TASAVVUF
Üzerine Özet bir İnceleme
KAVRAM OLARAK TASAVVUF
Tasavvuf –daha
sonra açıklanacağı üzere- temelde bir kaçış felsefesidir; aynı zamanda İslâm
tarihi boyunca zor sayılabilecek kadar türemiş olan birçok tarikatın ilham
kaynağıdır. Dolayısıyla tarikatlar hakkında sağlıklı bilgilere sahip olabilmek
için önce tasavvuf kavramı hakkında aydınlanmak gerekir. Özellikle tarikatların
çok yaygın olduğu Türkiye gibi bir ülkede, bu mistik ve yarı kapalı örgütler
hakkında sağlıklı bilgilere sahip olabilmek için önce tasavvufu çok iyi tanımak
lâzımdır.
Tasavvufun,
yüzyıllardır bu coğrafyada sürekli olarak, –olağanüstü denebilecek çapta-
propagandası yapılmış ve bugün de bütün hızıyla yapılmaktıdır. Peki nedir
tasavvuf?
İşte bu soruya, -ne
ilginçtir ki- net bir cevap bulmak mümkün değildir. Çünkü tasavvuf, son derece
esnek, nereye çekerseniz oraya gidebilen, sınırları, hedefleri, etkileri ve
sonuçları belirsiz, mistik bir kaçış felsefedir. Bu felsefenin özgün bir
kaynağını bulmak da mümkün değildir. Çünkü hemen her din ve düşünceden beslene
beslene oluşmuştur. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Kimi
tarikatlara göre tasavvuf: Allah ve peygamber sevgisidir, kimine göre yücelip
arınmak ve nihayet Allah’a ulaşıp onda erimek ve ilâhlaşmaktır, kimine göre ilâhi
coşkuların kaynağıdır, kimisine göre raks ve müziktir, kimisine göre de aşktır,
coşkudur, seks ve şaraptır...
Merhum Mehmet Akif
Ersoy bu gerçeği çok iyi bildiği için bakın ne diyor:
Sürdüler Türke tasavvuf diye olgun şırayı,
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı dayı...
(Bk. 6. Kitap ASIM)
Sayfalar dolusu
açıklama gerektiren bu beytin anlamını günümüzde kavrayabilecek insan, Türkiye'de
parmakla sayılabilecek kadar azdır. Talihsizliklerden biri de işte budur. Yani,
bugünkü kuşağın bir önceki kuşağı anlayamayacak kadar kültürden yoksun
kalmasıdır.
Tasavvuf için şimdiye
kadar binlerce tanım yapılmıştır. Nitekim, hayatı boyunca tasavvufu sevimli
göstermeye var gücü ile çalışmış olan Yaşar Nuri bile tam 27
kişiden naklen, tasavvufa 27 ayrı tanım saptamıştır!!![1] Evet tasavvuf, işte böyle ilginç bir şeydir; dolayısıyla da ona belli bir
tanım getirmek mümkün değildir. Onun için tasavvuf yalnızca tarikatçıları
değil, aynı zamanda araştırmacıları ve ilim adamlarını da çoğu kez şaşırtmış, yanıltmış,
yollarını tıkamış, zamanlarını almış ve onları yormuştur.
Tasavvuf, çeşitli
dinlerin ve kültürlerin sentezinden oluşan, çelişkilerle dolu, her renge girebilen, tamamen hayâli bir düşünceler
yumağıdır. Bu düşünceler, bazı çevrelerce, İslam'ın bir parçası olduğu ileri
sürülen ancak İslam ile arasında herhangi bir bağ tespit edilemeyen Sanal bir
âlemin esintileridir. Tasavvufta Yunan kültürünün, Hint kültürünün, İran
kültürünün ve eski Mezopotamya halklarına ait çeşitli düşünce ve inanışların
yanında, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın, Zerdüşizmin, Maniheizmin ve Budizmin
derin etkileri vardır.
Bu dinlere ait inanış
ve ibadet biçimleri, yüzyıllar boyu, tasavvufun tünellerinden geçirilerek
çeşitli sebepler ve yollarla İslâm’a bulaştırılmıştır. Bu ibadetler Bazen «Hatm-ı
Hâcegân», bazen «Râbıta», bazen de «wird» ve «zikir» gibi masum isimler altında
İslâm’ın birer parçasıymış gibi eğitimsiz insanlara telkin edilmiş, bizzat
onlara yaptırılmış ve vicdanlarına yerleştirilmiştir. Bu dinlerden, İslâm’ın
alanına şimdiye kadar taşınmış bulunan, inanış biçimleri, ayinler, semboller, söylemler
ve kavramlar sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen TARİKATÇILAR, çeşitli spekülatif yorumlarıyla tasavvufun bu yönünü örtbas etmeye; onu; moral yükseltici, huzur verici, ruhları arındırıcı, gönülleri
parlatıcı bir ebedi hayat iksiri gibi nitelikler içerisinde sunmaya
çabalayarak kalabalık eğitimsiz kitleleri yanıltmaya çalışmakta ve bunu da
başarabilmektedirler. İlginçtir ki bugün Türkiye'deki İlahiyat fakültelerinde «Tasavvuf Anabilim dalı» adı altında bölümler bile kurulmuştur.
Buralarda tasavvuf, bir akademi konusu olarak değil, dinsel bir konu olarak
işlenmektedir. Bu ise İslam'ın bilimsel ve akademik geleneğine aykırıdır. Tam
tersine, duygusal eğilimlerin ağır basmasıyla ortaya çıkmış bir sonuç ve ilginç
bir yapılanmadır.
Nitekim bu duygusal
anlayıştan cesaret alan bir ilâhiyat doktoru, tasavvufun çeşitli dinlerden
devşirildiği tezine karşı bakınız aynen şunları kaydetmektedir:
«Gerek ilâhî ve
gerekse ilâhî olmayan dinlerde görülen benzerliği, bir önceki dinin, sonraki
bir dine tesiri olarak değerlendirmek yanlış olur. Her dinin zahiri ve Batınî
cihetleri olması tabiidir. Diğer dinlerde Mistisizm, Kabbalizm v.s. olarak
ortaya çıkan bilgi ve davranışlar, kendi inançlarının istikametinde gelişmiştir.
Tasavvufta Kur’ân ve Sünnet doğrultusunda ortaya çıkan amel ve itikadı,
kuvveden fiile, kâlden hâle tebdil olarak ifade edilmiştir.»[2]
Kur’ân’daki gerçek
İslâm’dan habersiz, yarı okumuş insanlar bu tür sözler karşısında büyük
olasılıkla yanılgıya düşebilirler. Çünkü bu insanlar hem İslâm’ın
zengin ve özgün kaynaklarından, hem de 1400 yıllık İslam
tarihinin akışı içinde meydana gelmiş büyük ve yıkıcı yanlışlıklardan
habersizdirler..
Bazı kimselere göre de bir
din, -eğer kendinden önceki bir dinin etkilerini ve
izlerini taşıyorsa bunun tuhaf karşılanacak neresi var?- sorusu
çok haklıdır. Onun için bu soruya gönüllerince uygun cevaplar bulurlar. Oysa bu
sorunun eğer aynısını tarikat
şeyhlerine yöneltecek olurlarsa mutlak surette sert tepkilerle
karşılanacaklardır. Çünkü onlar, tarikatlarının
asla başka bir dinin devamı olmadığını ve başka hiçbir dinin izini taşımadığını
ileri sürerek tepkilerini dile getireceklerdir. Onlar Tasavvufun sırf İslâm’a
ait olduğunu her vesile ile ve hararetle savunacaklardır.
Ancak şunu
kaydetmek gerekir ki, üstün hafıza gücüne ve çarpıcı anlatım üslubuyla
sergilediği başarılarına rağmen Tasavvufu İslâm’a yapıştırmak için harcadığı
inanılmaz çabalarla tanınan Yaşar Nuri Öztürk bile köklü bir imana ve geniş bir ilmî
birikime sahip aydın müminleri bu konuda asla etkileyememiştir. Bu şahıs ve
benzerlerinin çabaları, -iman, vicdan ve zihin bunalımı içinde kıvranan ve
İslâm’la hemen hiçbir organik bağı bulunmayan- bir avuç büyük kent
sosyetesi üzerinde ancak etkili olmakla sınırlı kalmıştır.
TASAVVUFUN KELİME OLARAK KÖKENİ, TANIMI VE KAYNAĞI:
Tasavvuf sözcüğünün
nereden geldiği hakkında ileri sürülen görüşler genel olarak iki gruptur.
Birinci gruba göre bu kelimenin esin kaynağı, İslâm’a ait bazı kurum ve
kavramlardır. Bu kurum ve kavramların hepsi de Arapça olduğu için hem tasavvuf
kelimesinin hem de bu kurum ve kavramların gramer bakımından kökleri arasında
bir yakınlık bulunup bulunmadığını önce araştırmak gerekir. Çünkü
Arapça çok köklü ve bilimsel kuralla dayanan zengin bir dildir. Tarih boyunca
bu dile ait matematiksel gramer kurallarından yola çıkılarak bilim alanında
birçok sorunlara çözüm bulunmuştur.
Tasavvuf
sözcüğünün, ilişkili olduğu ileri sürülen kurum ve kavramlar şimdiye kadar beşi
geçmemiştir. Bunlar; Sûf, safâ,
Ashâb-ı Suffa, Saff-ı Ewwel ve
benû Suffa
kelime ve tabirleridir. Tasavvuf sözcüğünün etimolojik kökü ile (Sûf hariç), bu kelime
ve tabirlerin etimolojik kökü arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Biraz sonra sunacağım analizler
bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Şimdi de bunların her birini kök
bakımından tasavvuf kelimesiyle karşılaştıralım:
1. Arapça’da yün anlamına gelen sûf kelimesi ile
(vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf
kelimesinin sözde kökü (sawafe)’dir
yani aynıdır. Tasawwufçular işte bunu önemli bir fırsatmış gibi görerek sûf
sözcüğüne tutunup tasavvuf denen mistik düşünce akımını daima ve ısrarla
İslâm’a yapıştırma çabasını göstermişlerdir. Oysa çıkarsamalardan hareket
ederek bu kelimeyi ele aldığımız zaman, tasavvufun ne etimolojik ne de kavram
olarak sûf’tan asla türemediği açıkça ortaya çıkacaktır.
Nedir bu çıkarsamalar? Evet önce bunları saptamak gerekir:
Bilindiği üzere
Türkçe yün anlamına gelen Arapça’daki «sûf» kelimesi,
koyunun tüyüne verilen addır. Kırkılmış koyun tüyüdür, diye de tanımlanmıştır.
Sözde;
«Renksiz kaba
yünden yapılmış elbise giymek o devirlerde günahlardan pişmanlık duymak için
bir alâmetti.»[3].
Zâhidler, yani dünyadan el etek çekip sûfilik
yapan insanlar da bu ilgi ile sırtlarına yünden yapılmış geniş bir abâ giydiklerinden
onların düşünce ve yaşam biçimlerine Tasavvuf denildi.
Bu tez her bakımdan
tutarsızdır. Özellikle bu konuda iki önemli gerçek vardır ki sûf ile tasavvuf kelimeleri
arasında hiçbir bağ bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bunlardan
birincisi
etimolojik gerçektir. Buna göre sûf
kelimesinin her ne kadar Arap sözlüklerinde kökü (sawefe
صَوَفَ) olarak gösterilmiş ise de bu sözcük esasen «câmid»’dir. Yani
donuktur. Salt bir isimden ibarettir. Hiçbir türevi yoktur. Son dönem Arap
lügatçileri her ne kadar «sâfe-yesûfu
صَافَ - يَصُوفُ»
şeklinde ona bir mazi ve muzari’ kip yakıştırmaya çalışmış iseler de bunun
hiçbir açıklaması yoktur. Bu, olsa olsa; bazı
Arapların alışkanlıkla hemen her kelimeye kök bulma çabası diye sıradışı bir
örnek olarak değerlendirilebilir. Hele hele bir Arabın, sözde (koyun yünlendi)
anlamında «sâfe’tiş-şât’u صَافَتْ الشَّاةُ»
diyebileceğini ileri sürmek çok abartılı ve asılsız bir iddia olur. Nitekim
ikibin yıllık geçmişe sahip zengin Arap literatüründe böyle bir cümleye rastlamak
adeta mucizedir!
Biri eğer çıkıp,
örneğin; «Teşemmeseتَشَمَّسَ »
ve «Tehaccere تَحَجَّرَ»
(yani; güneşlendi ve taşlaştı) gibi fiillerin de esasen (güneş ve taş gibi)
donuk isimlerden türetildiğini, dolayısıyla «tasawwefe تَصَوَّفَ» deyiminin de bu şekilde
türetilebileceğini iddia edecek olursa bunu Arap dil literatüründe bir tek
örnekle de olsa kanıtlayamayacağını söylemek bir mübalağa değildir. Nitekim
eğer Arap, koyunun sırtındaki yünün artık kırkılacak kadar uzamış bulunduğunu
ifade etmek isterse: «leqad tâle sûf’uha لقد طَال صوفُها» şeklinde ya da benzeri bir cümle kurarak bunu anlatır. Yani sûf kelimesini yine
isim olarak kullanır. Sonuç olarak Sûf kelimesinden Araplar «sâfe» şeklinde yalın bir
geçmiş fiil kipi bile türetip kullanmadıklarına göre onların «tefe'oul تَفَعُّل» vezninde çok daha girift ve ağır bir mastarı «sûf»’tan türetmiş
olduklarına inanmak mümkün değildir.
İkinci
gerçek
ise mantıksaldır. Buna göre de özellikle yün elbise giymek, eğer eskiden sırf
bir alçak gönüllülük belirtisi olarak kabul ediliyor idiyse, her fırsatta
Müslümanların sevecen, mütevâzı ve cana yakın olmalarını öğütleyen Hz.
Peygamber, neden onlara daima yün elbise giymelerini tavsiye etmedi?
Müslümanların alçak gönüllü olmaları için bunu mutlaka belli bir sembolle dışa
vurmaları mı gerekir? Böyle davranmak riyakârlık değil midir? Yünlü elbise
belli bir zaman dilimi içinde ve belli bir toplumda alçak gönüllük belirtisi
iken günümüzde ipekten sonra en pahalı elbiseler yünlü kumaşlardan
yapılmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber eğer
yünlü elbiseyi değersiz, ucuz, kalitesiz ve hatta pamuktan sonra ikinci sınıf
bir giysi olarak değerlendirse idi, bütün düşünceleri, öğretisi ve tavsiyeleri
evrensel olan kâinat peygamberini bu, bir bakıma yalanlamış olmaz mıydı?! Alçak
gönüllülük ile yünlü giysi arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Bu sorular
çoğaltılabilir.
Dolayısıyla bütün
bu belgesel ve mantıksal açıklamalar ışığında diyebiliriz ki sûf ile tasavvuf kelimeleri
arasında hiçbir ilgi yoktur.
2. Arapça’da arı,
pür ve katıksız anlamlarına gelen safâ
kelimesi ile (vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf
kelimesinin kökleri arasında bir ilgi bulunup bulunmadığına bakalım.
Etimolojik bakımdan
bu iki kelimenin kökleri arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Çünkü Arapça safâ kelimesinin kökü (safewe صَفَوَ), tasavvuf kelimesinin ise
(uydurulmuş şekline uygun olarak) kökünün (sawefe)
olduğunu bir an için kabul
edelim. Tasavvuf sözcüğü (daha sonra genişçe açıklanacağı üzere) Yunan kaynaklı
olduğu için onun Arap sözlüğünde kökünü aramak zaten mantık dışıdır.
Dolayısıyla Tasavvuf kelimesi için (sawefe)’yi kök
olarak görmek ve hele bunu etimolojik analiz yolu ile ona mal etmeye çalışmak
akademik kurallara son derece aykırıdır ve bilime saygısızlıktır!
Bütün bu
karşılaştırmalı açıklamalar, tasavvufun Arapça safâ kelimesiyle hiçbir
mantıksal ilgisi bulunmadığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak tasavvuf
kelimesinin safâ kökünden türediğini ya da onu çağrıştırdığını ileri sürmek
tamamen mantık dışıdır.
3. İlk İslâm
Devleti kurulduktan sonra, Hz. Peygamber’e sığınan yoksul ve kimsesiz bir
mü’min gruba, Ashâb-ı Suffa (sofa
yoksulları) denildiği için, bu tabirden yola çıkılarak Tasavvuf kelimesinin
kullanıldığına ilişkin teze bakalım.
Yukarıdaki tabirden
esinlenilerek Tasavvuf sözcüğünün kullanıldığını ileri sürenler, bunu hiçbir
zaman bilimsel ve mantıksal olarak kanıtlayamazlar. Bu gerçeği açık şekilde
ortaya koyabilmek için önce yukarıdaki kalıbı oluşturan suffa kesitinin tasavvuf
kelimesiyle etimolojik bakımdan ne kadar ilişkili olduğunu inceleyelim.
Arapça suffa sözcüğünün
lügatteki kökü (safefe)’dir. Oysa yukarıda da açıklandığı üzere (vaktiyle uydurulmuş olan) Tasawwuf kelimesinin –sözde- kökü ise (sawafe)’dir yani aynı
değildir, farklıdır. Bu kısa etimolojik analiz yukarıdaki iki sözcüğün
aynı kökten gelmediklerini bilimsel olarak ortaya koymaktadır.
Bu konudaki
mantıksal açıklamalara gelince:
Ashab-ı
suffa,
yoksul ve kimsesiz bir grup oldukları ve Hz. Peygamber’in himayesinde
yaşadıkları için sözde Tasavvufçular onları örnek alarak yoksulca bir yaşam
biçimini seçmişlerdir. Bu iki ilgiyle (yani hem suffa sözcüğünden
esinlenilerek, hem de bu grubun yaşam biçimini tercih ederek)
tasavvuf kelimesinin ve bu isim altındaki akımın başladığını ileri sürenler çok
büyük mantık hatalarına düşmektedirler.
Çünkü:
1) Her şeyden önce
bu gruba mensup sahâbîlerin hiç biri, hayatı boyunca tasavvuf ve tarikat
kelimelerini bir kez bile telaffuz etmemiştir.
2) Onların
yoksulluğu, dünyadan el etek çektikleri nedenine asla dayanmıyordu. Hepsi de
Hz. Peygamberin himayesinde son derece dünyasal bir hayat geçiriyorlardı. Bazen
de onun emriyle görevler alıyorlardı. Yoksullukları,
onları mistik bir yaşam içine asla itmemiştir. Yani Ashab-ı
suffa’dan
hiç biri, tasavvufçular gibi asla raksetmemiş, (semâ, hatm-i hâcegân, rabıta ve
devran gibi) ayinler yapmamış, tespih çekmemiş, hu çekmemiş, mürit olmamış,
mürit edinmemiştir daha doğrusu bunların hiç biri onların zamanında yoktu. Şuna
kesin olarak inanmak gerekir ki eğer
o çağda biri çıkıp bu ayin ve sembollerden birini yapma cesaretini göstermiş
olsaydı mutlak surette «mürted» olarak
ölüm cezasına çarptırılırdı! Çünkü bunların hepsi de başka dinlerden
alınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve Ondan sonra devlet başkanlığı
makamına gelmiş olan halifelerin, İslâm düzen ve anlayışını tehdit eden bu tür tehlikeli
davranışlara göz yummaları asla mümkün değildi.
4. Tasavvuf
kelimesinin, hem söz hem de anlam olarak
Saff-ı Evvel
deyiminden doğduğu yolunda bir tez daha vardır. Buna göre, sözde sûfîler,
Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları için, kıyamette, ön
safta yer alacakları varsayımından yola çıkılarak bu topluluğa, ilk saf
anlamına gelen Arapça Saff-ı
Evvel denilmiştir.
Aslında bu tezin
her bakımdan, ne kadar tutarsız olduğu ortadadır. Bununla ilgi etimolojik ve
mantıksal analizleri yaptıktan sonra bu gerçek çok daha net olarak ortaya
çıkacaktır.
Önce Arapça Saff-ı Evvel tabirini ele
alalım. Bir sıfat tamlamasından ibaret olan bu bileşik tabir içindeki (saff) kelimesini esasen
yeniden analiz etmeye lüzum yoktur. Ancak küçük bir tekrar belki faydalı olur
diye ifade etmek gerekir ki (suffa) gibi
onun da kökü (safefe)’dir.
Oysa (vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf
kelimesinin sözde kökü (sawafe)’dir.
Dolayısıyla Saff-ı Evvel tabirindeki
(saff)
kelimesinin etimolojik bakımdan tasavvuf kelimesiyle hiçbir alakası yoktur.
Bu tezin mantıksal
çarpıklığına gelince, sûfîlerin ahirette ön safta yer alan –tabir caizse- «torpilli»
bir zümre oldukları, acaba hangi gerekçeye dayandırılabilir? Belki bazı kimseler
örneğin diyeceklerdir ki: «Dört zümrenin cennete gireceği bizzat Kur’ân-ı
Kerîm’de ifade edilmiştir. Bunlar peygamberler,
sıddıklar, şehitler ve
salihlerdir. İste sûfiler de bu salih grubun başka bir
adıdır.»
Bunu ileri sürmek elbette ki çok kolaydır. Siz isterseniz Bahaîler Kadyanîler Masonlar, Lâikçiler ve kökten putçu Mitüdistler gibi İslâm’ın
azılı birer can düşmanı olan grupları da bu zümrenin içinde gösterebilir,
onları da cennetlikler listesine ekleyebilirsiniz! Bu sizi ilgilendirir. Ama
siz Allah adına hüküm vererek onların kıyamette ön safta yer alacaklarını ve
cennete gideceklerini nasıl kanıtlayabilirsiniz? İşte siz bu sorunun yanıtını
asla bulamazsınız. Sonuç olarak bu tez de böylece çökmüş ve çürümüş olur. Çünkü üstünlük tasavvufla değil, tam tersine ve bizzat Kur'an'ın ifadesiyle;
takwâ sahiplerinindir.
5. Tasavvuf’un,
etimolojik bakımdan kaynağını oluşturduğu ileri sürülen bir tabir daha vardır.
O da bir Arap Kabilesi olan Benî
Suffa (yani suffa Oğulları) adından esinlenilerek
Tasavvuf kelimesinin zamanla kullanıldığı iddiasıdır.
Önce ifade etmek
lâzımdır ki Benî Suffa
tabirindeki (Suffa) sözcüğü
ile tasasavvuf sözcüğü biraz önce karşılaştırılmış ve aralarında hiçbir
ilişki bulunmadığı açık şekilde kanıtlanmıştır.
Ayrıca sözde bu kabile
İslâm’dan önce ve sonra Kabe’ye hizmet ettiği ilgisiyle adından esinlenilerek
Tasavvuf kelimesi kullanılmıştır, denilmektedir. Görüldüğü üzere bu tez de son
derece tutarsız ve çürüktür. Çünkü bu kâbilenin, ne vaktiyle Kâbe’ye hizmet
ettiği kanıtlanabilmiştir, ne de –gerçek bile olsa-, adı geçen kabilenin
bu yüzden cennetlik bir zümrenin peydahlanmasına kaynaklık edebileceği
kanıtlanabilir.
Bütün bu bilimsel
analizlerden sonra ifade etmek gerekir ki, Tasavvuf kelimesinin söz ve anlam
olarak kesin kaynağı eski Yunan dil ve düşüncesidir. Bu ise belgesel bir
gerçektir. Açıklamasını kısaca ve herkesin anlayabileceği bir dille şöyle
yapmak mümkündür:
Kur’ân’ın satırları
içindeki gerçek İslâm hariç, çeşitli diller, zihinlere saplanmış bulunan din ve
felsefeler, inançlar ve kültürler birçok nedenlerle birbirlerinden
etkilenirler. Tarih boyunca İslâm toplumunun daima çoğunluğunu oluşturmuş
bulunan Müslümansı kalabalıklar şu veya bu dinden İslâm’ın alanına birçok
yabancı inanç ve düşünce taşımışlardır. Bu yabancı kaynakların en etkinlerinden
biri de Yunan kültürüdür. Yunan felsefesi Abbasi Halifesi El-Me’mun (h. 198-218)
döneminde Arapça’ya çevrildi. Bu gelişme İslâm toplumunda çeşitli düşüncelerin
türemesine yol açtı. Ancak bu dönemden çok önce hatta Muaviye zamanında bile
Bizanslılarla olan sıkı temaslar nedeniyle İslâm toplumunun en azından
terminolojisinde bazı değişiklikler meydana gelmişti.
Bu ilgiyle Yunan
kaynaklı iki önemli terimin erken dönemde Arapçalaştırıldığına burada özellikle
işaret etmek gerekir. Bunlardan biri «Philosaphy»’dir;
öbürü ise «Theosophy»’dir.
Telâffuz zorluğundan olsa gerek, bu iki kelime Arapça’ya geçtikten sonra
yazılış ve okunuş biçimleri oldukça değişmiştir. Birincisi, yani «Philosaphy», «Felsefe» olmuş, «Theosophy»’de «Tasavvuf» olmuştur. İlginç
olan; «Philosaphy»
kelimesinin «felsefe»
biçiminde Arapçalaşmasından sonra herkesin, bu iki kelimedeki anlamdaşlık
konusunda aynı görüşü paylaşmasına karşın, hemen hiç kimsenin «Theosophy» ile «Tasavvuf»’un anlamdaş
oldukları konusunda herhangi bir görüş ortaya kaymamasıdır! İşte bütün
karışıklık bundan kaynaklanmaktadır. Evet, «Philosaphy» ile «Felsefe» kelimelerinin aynı
anlama geldiklerini bütün ilim ve akademi çevreleri çok iyi bilmektedirler. «Theosophy» ile «Tasavvuf» kelimelerinin de
aynı anlama geldiklerini yine ilim ve akademi çevreleri bilmektedir. Bunlara
ilâhiyatçılar da dahildir. Fakat «Tasavvuf»’un
«Theosophy» kelimesiyle olan ilişkisi konusunda özellikle Türk
ilâhiyatçıları bilinçli olarak susmaktadırlar. İşte esasen bunun nedeni ya da
nedenleri üzerinde durmak çok büyük önem taşımaktadır.
İşte bu nedenle, şimdi
Tasavvuf ile islam'ı birçok bakımdan karşılaştırmaya çalışacağız, bakalım
benzer yanları var mıdır?
TASAVVUF VE İSLÂM
Tasavvuf ile İslam'ı
karşılaştırırken çok büyük ve önemli farklar görüyoruz. Şöyle ki;
1) İslam, kaynağını vahiyden alarak Allah'ı tenzih eden, kâinatı kuşatıcı bir
inanışlar zinciri, evrensel bir yaşam ve yönetim biçimidir. Bu tanımı,
Kur'ân'ın bütünlüğü içinde buluyoruz. İslam; açık,
aktif ve çok yönlüdür.
Tasavvuf ise, kaynağını çeşitli dinlerden
alarak, kâinattaki her şeyi Allah'ın bir parçası sayan ve O'nunla birleşip
bütünleşmeyi öngören mistik ve sürekli bir «sorumluluktan kaçış» felsefesidir.
Bu tanımı ünlü mutasavvıfların, yazılı ve sözlü edebiyatlarından çıkarmak
mümkündür.[4] İslam'la karşılaştırıldığında tasavvuf, kapalı, pasif ve tek
yönlüdür.
2) İslam, temelde; Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret
gününe inanmayı insana sunmakta ve onun vicdanına hitap etmektedir. (Nisa 136,
Bakara 177, 284-285)
Tasavvuf ise; temelde sadece –sembolik olarak- Allah'a yönelmeyi ön plâna
almakta, (melek, kitap, peygamberler, ölüm, haşir,
hesap, cennet ve cehennem) gibi kavramlara sırf stratejik araçlar
olarak bakmaktadır. 4. atam, Şeyh Muhammed el-Hazin
Ehaşimi'nin bir beyiti bu gerçeği kanıtlamaktadır.
إلهي اجعلني عن الكونين فاني
* وأبقني بالوحدة في لاَ مكانِ
Yunus adlı hayali şahıstan nakledilen:
«Bana seni gerek seni...» sözleri bu gerçeği özetlemektedir.
3) İslam, iman konusunda «Allah'ı tenzih» esasına dayanır. İslâm'a göre Allah
Teâlâ'nın zatı insan tasavvuruna sığmaz. Dolayısıyla Allah'ın zatını duyu
organlarımızla algılamamız mümkün değildir. Sonuç itibariyle insan aklının
görevi de bu değildir.
Tasavvuf ise; her şeyi Alla'ın bir
parçası olarak görür. Bu noktayı, sır saklayan tarikatlar gizliyor olsalar
bile, sır saklamayan tarikatlar bunu açıkça ifade etmektedirler. (...)
4) İslam, uygulamada «formel ibadeti» şart koşar.
Tasavvufta ise; ibadet sınırsız
sevgidir. Kişi böyle bir sevgi üstünlüğünü elde ettigi zaman onun artık ibadet
etmesi gerekmez; hatta abestir ve anlamsızdır. (Bk. Ruhul-Furkan; 63)
5) İslam, insan için 4 süreçten oluşan bir olgunlaşma planı sunar. Bunlar: iman, bilgi, uygulama ve içtenliktir...
Tasavvuf ise; olğunlaşmayı sadece sınırsız
sevgi ve özveride görür. (tasavvuf hakkındaki yanılgıların büyük nedenlerinden
biri de budur.) bu felsefeden hareketle tarikatlar «seyr-ü
süluk» adı altında mensuplarını, İslâm'ın formel ibadet biçimlerinden
farklı şekilde eğitirler.
6) İslam, müslümanların okuyarak, yazarak, görerek, ve uygulayarak hem
teorik, hem pratik anlamda alimlerden bilgi edinmelerini ve bu bilgileri
başkalarına aktarmalarını ibadet derecesinde önemser.
Tasavvufta böyle bir amaç yoktur.
Tasavvufa göre kişi eğer sınırsız sevgi ve fedakârlık derecesini yakalayabilirse
bu onun için ebedi aydınlanmayı sağlayabilir. Dolayısıyla, herhangi bir dinin
mensubu olmak da gerekmez. Onun içindir ki Buda ile İbrahim-i Edhem arasında inanç, felsefe ve yaşam tarzı bakımından hemen hemen fark yoktur.
Tasavvufun bilgi hakkındaki görüşüne gelince, bu
konuda Cüneyd-i Bağdaddi diyor ki;
أحبّ للمبتدئ ألاّ يُشْغِلَ
قلبَهُ بهذه الثلاث، وإلاَّ تغيّرت حاله: التّكسُّبُ، وطلبُ الحديثِ، والتَّزوّجُ...
وأحبُّ للصُّوفيِّ ألاَّ يقرأَ ولاَ يكتَ، لأنّهٌ أجمع لهمّهِ. (أبو طالب المكي،
قوت القلوب،3/135)
7) İslam, evrensel çapta, siyasi, idari, hukukî, sosyal ve kültürel, bir
yaşam nizamıdır. İslam'da halife başkanlığında bir ümmet organizasyonu vardır;
her müslüman toplum düzeninden sorumludur. Bu nedenle her fert, -fahri
olarak- hem aimr, hem memurdur...
Tasavvufta ise siyasi, sosyal ve
hukuksal anlamda herhangi bir rejim sözkonusu değildir. Tasavvufa göre; eğer
insanlar sınırsız sevgi ve özveri ile donanacak olurlarsa onların hiç bir
devlet düzenine ihtiyaçları kalmaz.
8) İslam, başarıyı ödüllendirir, suçluyu cezalandırır.
Tasavvufta suç ve ceza yoktur. Her
olay, «ilâhî» bir sırrın tecellisi olarak meydana gelir. «Fenâfillâh» mertebesine ulaşarak bu sırrı yakalayabilen insan, artık hiç bir şeyle
uğraşacak zaman ve zemin bulamaz. Ayrıca onun için hiç bir günah da söz konusu
olamaz. Çünkü bu noktaya ulaştığının farkına vardığı zaman anlayacaktır ki;
Allah ile kul arasında hiç bir fark yoktur!
(Bk. فضائح الصوفيية/39)
9) İslam'a göre; Allah'ın, kutsal değerlerin ve müslümanların düşmanları
vardır. Bunlara karşı daima uyanık olmak, müslüman kişinin kaçınılmaz
görevidir. Bu görevin adı ise cihaddır. Cihad, İslâm'da ibadetlerin en
üstünüdür.
Tasavvufta ise bir tek düşman
vardır. O da nefistir. Onu yendiğin zaman herkesle barışık olursun. O zaman da hiç
bir din ve inanç arasında artık ayırım yapmaz, -hayatına
kastetse bile- hiç kimseyi hiç bir suçtan dolayı suçlamazsın. Çünkü
herkes «Mevlâ'nın bir parçasıdır». Bu düşünce özet olarak;
Görelim Mevlâ neyler * Neylerse
güzel eyler,
Beytinde ifadesini bulmaktadır.
10) İslam, ibadeti belli formüllere bağlamış ve onu imanın görünürdeki kanıtı
olarak kabul etmiştir. Bu formüller «Tevkifiye» sistemiyle tespit edilmiştir.
Değiştirilemez, onlardan bir şey eksiltilemez, onlara bir şey ilâve edilemez.
Cinler ve insanlar, sırf Allah'a ibadet etmek için yaratılmışlardır. Yani amaç:
ibadetullahtır.
Tasavvufta ise böyle bir amaç
yoktur. Buna rağmen kişi eğer ibadet ediyorsa hürdür, ancak bu, onun «fenâ»
mertebesine henüz ulaşmadığının kesin kanıtıdır. Dolayısıyla cahildir. (Bazı tarikatlar tasavvufun bu görüşünü spekülatif
yorumlarla önemli derecede yumuşatmışlardır). Tasavvufun esasen en
büyük amacı (ibadetullah değil), marifetullah'tır. Çünkü «fenâfillah»
mertebesine ulaştığı zaman kişi, kendisinin bizzat Allah olduğunun farkına
varacak ve kendine tapmanın sacma olduğunu ozaman anlayacaktır. (Sır saklayan
tarikatlarca yüzyıllardır tasavvufun titizlikle gizlenen en önemli yanı budur.)
11) İslam'da İbadet olarak; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât, Kurban, çeşitli
nafileler ve cihad vardır.
Tasavvufta ise ibadet olarak; her
tarikata göre farklı çileler, seyr-u süluk şekilleri vardır. Hatm-i Hacegân,
rabıta, teveccüh, müzik, sema, raks, ve devran gibi ayinler vardır. Bazı tarikatlarda,
aynı zamanda İslam'daki ibadetlere de yer verilmiş olması, -yüzyıllar önce, tasavvufu
İslâm muhitlerinde yaygınlaştırmaya yönelik birçeşit propaganda ile başlamış ve
zamanla geleneğe dönüşerek- yerleşmiş olmasının bir sonucudur.
12) İslam'da kişi Allah'ın kuludur. Onun sosyalleşmesi ve öbür kullardan
oluşan ümmetle bütünleşmesi öngörülmüştür.
Tasavvufa göre ise insan, Allah'ın
yeryüzündeki bir suretidir, bir örneğidir. Allah, temelde bütün varlıklardan
oluşan bir tekliği ifade ettiği için, kişi de tek kalmalı ve bireyselleşerek bu
«vahdeti» temsil etmelidir. (işte vahdet-i
vücut inancı buradan kaynaklanmaktadır).
13) İslam'da çalışmak, mal ve servet edinmek ve bundan başkalarını
yararlandırmak bir vecibedir. Meşru servet, Allah'ın nimetlerindendir.
Tasavvufta ise mal, mülk, para ve
servet diye bir amaç yoktur. Kişi «lokma hırka»
hayatı yaşamalıdır. Hatta, -göze alabilirse- «İskat-ı tedbir»de bulunmalıdır. (yani geleceği ve hayatı
için hiç bir önlem almamalıdır). Namus da dahil, sahip olduğu (istisnasız) her
şeyi anında başkalarıyla paylaşabilmelidir. Elindekini avucundakini derhal
tüketmelidir. (İbahiyeciler, tasavvufun bu yanını benimsemişlerdir. Tarikatların
çoğu ise bu görüşe pek bağlı kalmamışlardır).
TASAVVUF BİR KAÇIŞ FELSEFESİDİR
Tasavvufta kişi, hayatı boyunca
hep Allah'ı arar. Onu bulduğu zaman ermiş olur. Bunu beceremez ise bir tarikata
girerek, bir mürşidin denetiminde bu yolculuğa başlar.[6]
Tasavvufu İslam'dan ayıran en
önemli vasıf onun bir felsefe oluşudur. İslâm kaynağını vahiyden alır;
sarihtir, alenidir, açıktır. Tasavvufun kaynağı ise insan düşüncesidir.
Tasavvufu gerek İslâm'dan, gerekse
öbür felsefelerden ayıran husus ise onun içsel, sırlı, alegorik ve mistik
oluşudur.
Tarih boyunca felsefe, –dönemleri
itibariyle genel olarak- 3 ayrı isim altında ortaya çıkmıştır. 1) İlk çağ Felsefesi; 2)
Rönesans Felsefesi; 3) 19. yy. Felsefesi...
İlk çağ felsefesi; mitolojiden
kopuş ve bir doğa felsefesidir. Rönesans felsefesi; insan merkezli bir hümanist
felsefedir; din yerine aklı ön plana alır. 19. yy. Felsefesi ise; bir
ideolojiler felsefesidir, devletin gücüne karşı, kişinin gücünü öne
çıkarmıştır. Bu üç felsefenin de ortak noktası; onların birer arayış felsefesi
olmalarıdır.
Ayrıca konuları itibariyle –zor
sayabileceğimiz kadar- çeşitli felsefeler vardır; Varlık felsefesi, Bilgi
felsefesi, sanat felsefesi ve ahlak felsefesi gibi... Bunların da hepsi yine
birer arayış felsefesidir.
Tasavvuf felsefesi ise –temel
amaç bakımından- bütün felsefelerden farklıdır. Tasavvuf felsefesinin esas amacı
kaçıştır. Bu felsefede insanın hiç bir gerekçe ile hiç bir sorumluluğu yoktur.
TASAVVUFUN CAZİBESİ
Tasavvufu cazip kılan şey, onun
insanı rahatlatmasıdır. Temel özellikleri şunlardır:
1) Tasavvuf insanı hiç bir şuçtan, hiç bir
noksanlıktan ve hiç bir taksirattan dolayı sorgulamaz. Fakat bu felsefe üzerine
kurulmuş bulunan tarikatların büyük kısmı çeşitli disiplinler koyarak
tasavvufun bu özelliğini büyük ölçüde sınırlamışlardır.
2) Tasavvuf, amaç kavramını
tamamen ortadan kaldırarak insanın vicdanını serbest bırakır. Tasavvufta önemli
olan her şeyi sevmek ve her şeye rıza göstermektir. Onun için gerçek tasavvufçu
için hiç bir kayıt yoktur.
Tasavvufu insan için cazip hale
getiren işte bu iki özelliktir. Ancak onun müdahale edilmemiş bu iki özelliğini
soyut doktrininde görüyoruz. Her tarikat onun bu özgün özelliğini belli
oranlarda yontarak biçimlendirmiştir.
TASAVVUFUN YAYLMASININ NEDENLERİ
Tasavvufun tarih boyunca İslâm
coğrafyasında yayılmasına ortam hazırlayan önemli nedenler ortaya çıkmıştır.
Bunları özet olarak şöyle sıralayabiliriz:
1) İlk büyük fitne olarak bilinen
ve Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan Ashab kavgaları.
2) Muaviye tarafından hilâfetin
lağvedilmesiyle başlayan zulüm ve adaletsizlikler.
3) Fetihlerin sonucu olarak sözde
İslâm'a giren birçok topluluğun, eski dinlerine ait çeşitli batıl inançları
İslam'a bulaştırmaları.
4) Türkler'de, Satuk Buğra Han'la
başlayan müslümanlığın İslam üzerinde bıraktığı etkiler.
5) Tarih boyunca Türlerle
Arapların İslam'ı birbirlerinden kıskanarak ona kendilerince farklı yorumlar ve
şekiller vermeleri.
6) Mecusiliğin ve Fars
milliyetçiliğinin, İslam'a karşı Şiilik ve Şuubiyecilik olarak ortaya çıkan
tepkileri
[1] Prof. Dr.
Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvuf, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. no.30. S. 22.
İstanbul-1989
[2] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve
Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. 4. Baskı, s. 45.
İstanbul-1994
[3] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve
Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. 4. Baskı, s. 53.
İstanbul-1994
[4] «Mevlânın fazl-u keremiyle mâsiva
(Allah-u Tealâ’nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp
Allah’dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak
fenafillâh (Allah-u Tealâ’da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmuş ve
tarikat hali sonuna ermiş olur.»[4] (Bk. Ruhu-l Furkan 2/63)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder