21 Ocak 2015 Çarşamba

TASAVVUF VE İSLÂM

TASAVVUF
Üzerine Özet bir İnceleme


KAVRAM OLARAK TASAVVUF

Tasavvuf –daha sonra açıklanacağı üzere- temelde bir kaçış felsefesidir; aynı zamanda İslâm tarihi boyunca zor sayılabilecek kadar türemiş olan birçok tarikatın ilham kaynağıdır. Dolayısıyla tarikatlar hakkında sağlıklı bilgilere sahip olabilmek için önce tasavvuf kavramı hakkında aydınlanmak gerekir. Özellikle tarikatların çok yaygın olduğu Türkiye gibi bir ülkede, bu mistik ve yarı kapalı örgütler hakkında sağlıklı bilgilere sahip olabilmek için önce tasavvufu çok iyi tanımak lâzımdır.

Tasavvufun, yüzyıllardır bu coğrafyada sürekli olarak, –olağanüstü denebilecek çapta- propagandası yapılmış ve bugün de bütün hızıyla yapılmaktıdır. Peki nedir tasavvuf?

İşte bu soruya, -ne ilginçtir ki- net bir cevap bulmak mümkün değildir. Çünkü tasavvuf, son derece esnek, nereye çekerseniz oraya gidebilen, sınırları, hedefleri, etkileri ve sonuçları belirsiz, mistik bir kaçış felsefedir. Bu felsefenin özgün bir kaynağını bulmak da mümkün değildir. Çünkü hemen her din ve düşünceden beslene beslene oluşmuştur. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Kimi tarikatlara göre tasavvuf: Allah ve peygamber sevgisidir, kimine göre yücelip arınmak ve nihayet Allah’a ulaşıp onda erimek ve ilâhlaşmaktır, kimine göre ilâhi coşkuların kaynağıdır, kimisine göre raks ve müziktir, kimisine göre de aşktır, coşkudur, seks ve şaraptır...

Merhum Mehmet Akif Ersoy bu gerçeği çok iyi bildiği için bakın ne diyor:

Sürdüler Türke tasavvuf diye olgun şırayı,
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı dayı...
(Bk. 6. Kitap ASIM)

Sayfalar dolusu açıklama gerektiren bu beytin anlamını günümüzde kavrayabilecek insan, Türkiye'de parmakla sayılabilecek kadar azdır. Talihsizliklerden biri de işte budur. Yani, bugünkü kuşağın bir önceki kuşağı anlayamayacak kadar kültürden yoksun kalmasıdır.

Tasavvuf için şimdiye kadar binlerce tanım yapılmıştır. Nitekim, hayatı boyunca tasavvufu sevimli göstermeye var gücü ile çalışmış olan Yaşar Nuri bile tam 27 kişiden naklen, tasavvufa 27 ayrı tanım saptamıştır!!![1] Evet tasavvuf, işte böyle ilginç bir şeydir; dolayısıyla da ona belli bir tanım getirmek mümkün değildir. Onun için tasavvuf yalnızca tarikatçıları değil, aynı zamanda araştırmacıları ve ilim adamlarını da çoğu kez şaşırtmış, yanıltmış, yollarını tıkamış, zamanlarını almış ve onları yormuştur.

Tasavvuf, çeşitli dinlerin ve kültürlerin sentezinden oluşan, çelişkilerle dolu, her renge girebilen, tamamen hayâli bir düşünceler yumağıdır. Bu düşünceler, bazı çevrelerce, İslam'ın bir parçası olduğu ileri sürülen ancak İslam ile arasında herhangi bir bağ tespit edilemeyen Sanal bir âlemin esintileridir. Tasavvufta Yunan kültürünün, Hint kültürünün, İran kültürünün ve eski Mezopotamya halklarına ait çeşitli düşünce ve inanışların yanında, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın, Zerdüşizmin, Maniheizmin ve Budizmin derin etkileri vardır.

Bu dinlere ait inanış ve ibadet biçimleri, yüzyıllar boyu, tasavvufun tünellerinden geçirilerek çeşitli sebepler ve yollarla İslâm’a bulaştırılmıştır. Bu ibadetler Bazen «Hatm-ı Hâcegân», bazen «Râbıta», bazen de «wird» ve «zikir» gibi masum isimler altında İslâm’ın birer parçasıymış gibi eğitimsiz insanlara telkin edilmiş, bizzat onlara yaptırılmış ve vicdanlarına yerleştirilmiştir. Bu dinlerden, İslâm’ın alanına şimdiye kadar taşınmış bulunan, inanış biçimleri, ayinler, semboller, söylemler ve kavramlar sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen TARİKATÇILAR, çeşitli spekülatif yorumlarıyla tasavvufun bu yönünü örtbas etmeye; onu; moral yükseltici, huzur verici, ruhları arındırıcı, gönülleri parlatıcı bir ebedi hayat iksiri gibi nitelikler içerisinde sunmaya çabalayarak kalabalık eğitimsiz kitleleri yanıltmaya çalışmakta ve bunu da başarabilmektedirler. İlginçtir ki bugün Türkiye'deki İlahiyat fakültelerinde «Tasavvuf Anabilim dalı» adı altında bölümler bile kurulmuştur. Buralarda tasavvuf, bir akademi konusu olarak değil, dinsel bir konu olarak işlenmektedir. Bu ise İslam'ın bilimsel ve akademik geleneğine aykırıdır. Tam tersine, duygusal eğilimlerin ağır basmasıyla ortaya çıkmış bir sonuç ve ilginç bir yapılanmadır.

Nitekim bu duygusal anlayıştan cesaret alan bir ilâhiyat doktoru, tasavvufun çeşitli dinlerden devşirildiği tezine karşı bakınız aynen şunları kaydetmektedir:

«Gerek ilâhî ve gerekse ilâhî olmayan dinlerde görülen benzerliği, bir önceki dinin, sonraki bir dine tesiri olarak değerlendirmek yanlış olur. Her dinin zahiri ve Batınî cihetleri olması tabiidir. Diğer dinlerde Mistisizm, Kabbalizm v.s. olarak ortaya çıkan bilgi ve davranışlar, kendi inançlarının istikametinde gelişmiştir. Tasavvufta Kur’ân ve Sünnet doğrultusunda ortaya çıkan amel ve itikadı, kuvveden fiile, kâlden hâle tebdil olarak ifade edilmiştir.»[2]

Kur’ân’daki gerçek İslâm’dan habersiz, yarı okumuş insanlar bu tür sözler karşısında büyük olasılıkla yanılgıya düşebilirler. Çünkü bu insanlar hem İslâm’ın zengin ve özgün kaynaklarından, hem de 1400 yıllık İslam tarihinin akışı içinde meydana gelmiş büyük ve yıkıcı yanlışlıklardan habersizdirler..

Bazı kimselere göre de bir din, -eğer kendinden önceki bir dinin etkilerini ve izlerini taşıyorsa bunun tuhaf karşılanacak neresi var?- sorusu çok haklıdır. Onun için bu soruya gönüllerince uygun cevaplar bulurlar. Oysa bu sorunun eğer aynısını tarikat şeyhlerine yöneltecek olurlarsa mutlak surette sert tepkilerle karşılanacaklardır. Çünkü onlar, tarikatlarının asla başka bir dinin devamı olmadığını ve başka hiçbir dinin izini taşımadığını ileri sürerek tepkilerini dile getireceklerdir. Onlar Tasavvufun sırf İslâm’a ait olduğunu her vesile ile ve hararetle savunacaklardır.

Ancak şunu kaydetmek gerekir ki, üstün hafıza gücüne ve çarpıcı anlatım üslubuyla sergilediği başarılarına rağmen Tasavvufu İslâm’a yapıştırmak için harcadığı inanılmaz çabalarla tanınan Yaşar Nuri Öztürk bile köklü bir imana ve geniş bir ilmî birikime sahip aydın müminleri bu konuda asla etkileyememiştir. Bu şahıs ve benzerlerinin çabaları, -iman, vicdan ve zihin bunalımı içinde kıvranan ve İslâm’la hemen hiçbir organik bağı bulunmayan- bir avuç büyük kent sosyetesi üzerinde ancak etkili olmakla sınırlı kalmıştır.


TASAVVUFUN KELİME OLARAK KÖKENİ, TANIMI VE KAYNAĞI:

Tasavvuf sözcüğünün nereden geldiği hakkında ileri sürülen görüşler genel olarak iki gruptur. Birinci gruba göre bu kelimenin esin kaynağı, İslâm’a ait bazı kurum ve kavramlardır. Bu kurum ve kavramların hepsi de Arapça olduğu için hem tasavvuf kelimesinin hem de bu kurum ve kavramların gramer bakımından kökleri arasında bir yakınlık bulunup bulunmadığını önce araştırmak gerekir. Çünkü Arapça çok köklü ve bilimsel kuralla dayanan zengin bir dildir. Tarih boyunca bu dile ait matematiksel gramer kurallarından yola çıkılarak bilim alanında birçok sorunlara çözüm bulunmuştur.

Tasavvuf sözcüğünün, ilişkili olduğu ileri sürülen kurum ve kavramlar şimdiye kadar beşi geçmemiştir. Bunlar; Sûf, safâ, Ashâb-ı Suffa, Saff-ı Ewwel ve benû Suffa kelime ve tabirleridir. Tasavvuf sözcüğünün etimolojik kökü ile (Sûf hariç), bu kelime ve tabirlerin etimolojik kökü arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Biraz sonra sunacağım analizler bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Şimdi de bunların her birini kök bakımından tasavvuf kelimesiyle karşılaştıralım:

1. Arapça’da  yün anlamına gelen sûf kelimesi ile (vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf kelimesinin sözde kökü (sawafe)’dir yani aynıdır. Tasawwufçular işte bunu önemli bir fırsatmış gibi görerek sûf sözcüğüne tutunup tasavvuf denen mistik düşünce akımını daima ve ısrarla İslâm’a yapıştırma çabasını göstermişlerdir. Oysa çıkarsamalardan hareket ederek bu kelimeyi ele aldığımız zaman, tasavvufun ne etimolojik ne de kavram olarak sûf’tan asla türemediği açıkça ortaya çıkacaktır.

Nedir bu çıkarsamalar? Evet önce bunları saptamak gerekir:

Bilindiği üzere Türkçe yün anlamına gelen Arapça’daki «sûf» kelimesi, koyunun tüyüne verilen addır. Kırkılmış koyun tüyüdür, diye de tanımlanmıştır. Sözde; «Renksiz kaba yünden yapılmış elbise giymek o devirlerde günahlardan pişmanlık duymak için bir alâmetti.»[3].  Zâhidler, yani dünyadan el etek çekip sûfilik yapan insanlar da bu ilgi ile sırtlarına yünden yapılmış geniş bir abâ giydiklerinden onların düşünce ve yaşam biçimlerine Tasavvuf denildi.

Bu tez her bakımdan tutarsızdır. Özellikle bu konuda iki önemli gerçek vardır ki sûf ile tasavvuf kelimeleri arasında hiçbir bağ bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bunlardan birincisi etimolojik gerçektir. Buna göre sûf kelimesinin her ne kadar Arap sözlüklerinde kökü (sawefe صَوَفَ) olarak gösterilmiş ise de bu sözcük esasen «câmid»’dir. Yani donuktur. Salt bir isimden ibarettir. Hiçbir türevi yoktur. Son dönem Arap lügatçileri her ne kadar «sâfe-yesûfu صَافَ - يَصُوفُ» şeklinde ona bir mazi ve muzari’ kip yakıştırmaya çalışmış iseler de bunun hiçbir açıklaması yoktur. Bu, olsa olsa; bazı Arapların alışkanlıkla hemen her kelimeye kök bulma çabası diye sıradışı bir örnek olarak değerlendirilebilir. Hele hele bir Arabın, sözde (koyun yünlendi) anlamında «sâfe’tiş-şât’u صَافَتْ الشَّاةُ» diyebileceğini ileri sürmek çok abartılı ve asılsız bir iddia olur. Nitekim ikibin yıllık geçmişe sahip zengin Arap literatüründe böyle bir cümleye rastlamak adeta mucizedir!

Biri eğer çıkıp, örneğin; «Teşemmeseتَشَمَّسَ » ve «Tehaccere تَحَجَّرَ» (yani; güneşlendi ve taşlaştı) gibi fiillerin de esasen (güneş ve taş gibi) donuk isimlerden türetildiğini, dolayısıyla «tasawwefe تَصَوَّفَ» deyiminin de bu şekilde türetilebileceğini iddia edecek olursa bunu Arap dil literatüründe bir tek örnekle de olsa kanıtlayamayacağını söylemek bir mübalağa değildir. Nitekim eğer Arap, koyunun sırtındaki yünün artık kırkılacak kadar uzamış bulunduğunu ifade etmek isterse: «leqad tâle sûf’uha لقد طَال صوفُها» şeklinde ya da benzeri bir cümle kurarak bunu anlatır. Yani sûf kelimesini yine isim olarak kullanır. Sonuç olarak Sûf kelimesinden Araplar «sâfe» şeklinde yalın bir geçmiş fiil kipi bile türetip kullanmadıklarına göre onların «tefe'oul تَفَعُّل» vezninde çok daha girift ve ağır bir mastarı «sûf»’tan türetmiş olduklarına inanmak mümkün değildir.

İkinci gerçek ise mantıksaldır. Buna göre de özellikle yün elbise giymek, eğer eskiden sırf bir alçak gönüllülük belirtisi olarak kabul ediliyor idiyse, her fırsatta Müslümanların sevecen, mütevâzı ve cana yakın olmalarını öğütleyen Hz. Peygamber, neden onlara daima yün elbise giymelerini tavsiye etmedi? Müslümanların alçak gönüllü olmaları için bunu mutlaka belli bir sembolle dışa vurmaları mı gerekir? Böyle davranmak riyakârlık değil midir? Yünlü elbise belli bir zaman dilimi içinde ve belli bir toplumda alçak gönüllük belirtisi iken günümüzde ipekten sonra en pahalı elbiseler yünlü kumaşlardan yapılmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber eğer yünlü elbiseyi değersiz, ucuz, kalitesiz ve hatta pamuktan sonra ikinci sınıf bir giysi olarak değerlendirse idi, bütün düşünceleri, öğretisi ve tavsiyeleri evrensel olan kâinat peygamberini bu, bir bakıma yalanlamış olmaz mıydı?! Alçak gönüllülük ile yünlü giysi arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Bu sorular çoğaltılabilir.

Dolayısıyla bütün bu belgesel ve mantıksal açıklamalar ışığında diyebiliriz ki sûf ile tasavvuf kelimeleri arasında hiçbir ilgi yoktur.          

2. Arapça’da arı, pür ve katıksız anlamlarına gelen safâ kelimesi ile (vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf kelimesinin kökleri arasında bir ilgi bulunup bulunmadığına bakalım.

Etimolojik bakımdan bu iki kelimenin kökleri arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Çünkü Arapça safâ kelimesinin kökü (safewe صَفَوَ), tasavvuf kelimesinin ise (uydurulmuş şekline uygun olarak) kökünün (sawefe) olduğunu bir an için kabul edelim. Tasavvuf sözcüğü (daha sonra genişçe açıklanacağı üzere) Yunan kaynaklı olduğu için onun Arap sözlüğünde kökünü aramak zaten mantık dışıdır. Dolayısıyla Tasavvuf kelimesi için (sawefe)’yi kök olarak görmek ve hele bunu etimolojik analiz yolu ile ona mal etmeye çalışmak akademik kurallara son derece aykırıdır ve bilime saygısızlıktır!

Bütün bu karşılaştırmalı açıklamalar, tasavvufun Arapça safâ kelimesiyle hiçbir mantıksal ilgisi bulunmadığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak tasavvuf kelimesinin safâ kökünden türediğini ya da onu çağrıştırdığını ileri sürmek tamamen mantık dışıdır.

3. İlk İslâm Devleti kurulduktan sonra, Hz. Peygamber’e sığınan yoksul ve kimsesiz bir mü’min gruba, Ashâb-ı Suffa (sofa yoksulları) denildiği için, bu tabirden yola çıkılarak Tasavvuf kelimesinin kullanıldığına ilişkin teze bakalım.

Yukarıdaki tabirden esinlenilerek Tasavvuf sözcüğünün kullanıldığını ileri sürenler, bunu hiçbir zaman bilimsel ve mantıksal olarak kanıtlayamazlar. Bu gerçeği açık şekilde ortaya koyabilmek için önce yukarıdaki kalıbı oluşturan suffa kesitinin tasavvuf kelimesiyle etimolojik bakımdan ne kadar ilişkili olduğunu inceleyelim.

Arapça suffa sözcüğünün lügatteki kökü (safefe)’dir. Oysa yukarıda da açıklandığı üzere (vaktiyle uydurulmuş olan) Tasawwuf kelimesinin –sözde- kökü ise (sawafe)’dir yani aynı değildir, farklıdır. Bu kısa etimolojik analiz yukarıdaki iki sözcüğün aynı kökten gelmediklerini bilimsel olarak ortaya koymaktadır.  

Bu konudaki mantıksal açıklamalara gelince:

Ashab-ı suffa, yoksul ve kimsesiz bir grup oldukları ve Hz. Peygamber’in himayesinde yaşadıkları için sözde Tasavvufçular onları örnek alarak yoksulca bir yaşam biçimini seçmişlerdir. Bu iki ilgiyle (yani hem suffa sözcüğünden esinlenilerek, hem de bu grubun yaşam biçimini tercih ederek) tasavvuf kelimesinin ve bu isim altındaki akımın başladığını ileri sürenler çok büyük mantık hatalarına düşmektedirler.

Çünkü:

1) Her şeyden önce bu gruba mensup sahâbîlerin hiç biri, hayatı boyunca tasavvuf ve tarikat kelimelerini bir kez bile telaffuz etmemiştir.

2) Onların yoksulluğu, dünyadan el etek çektikleri nedenine asla dayanmıyordu. Hepsi de Hz. Peygamberin himayesinde son derece dünyasal bir hayat geçiriyorlardı. Bazen de onun emriyle görevler alıyorlardı. Yoksullukları, onları mistik bir yaşam içine asla itmemiştir. Yani Ashab-ı suffa’dan hiç biri, tasavvufçular gibi asla raksetmemiş, (semâ, hatm-i hâcegân, rabıta ve devran gibi) ayinler yapmamış, tespih çekmemiş, hu çekmemiş, mürit olmamış, mürit edinmemiştir daha doğrusu bunların hiç biri onların zamanında yoktu. Şuna kesin olarak inanmak gerekir ki eğer o çağda biri çıkıp bu ayin ve sembollerden birini yapma cesaretini göstermiş olsaydı mutlak surette «mürted» olarak ölüm cezasına çarptırılırdı! Çünkü bunların hepsi de başka dinlerden alınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve Ondan sonra devlet başkanlığı makamına gelmiş olan halifelerin, İslâm düzen ve anlayışını tehdit eden bu tür tehlikeli davranışlara göz yummaları asla mümkün değildi.

4. Tasavvuf kelimesinin,  hem söz hem de anlam olarak Saff-ı Evvel deyiminden doğduğu yolunda bir tez daha vardır. Buna göre, sözde sûfîler, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları için, kıyamette, ön safta yer alacakları varsayımından yola çıkılarak bu topluluğa, ilk saf anlamına gelen Arapça Saff-ı Evvel denilmiştir.

Aslında bu tezin her bakımdan, ne kadar tutarsız olduğu ortadadır. Bununla ilgi etimolojik ve mantıksal analizleri yaptıktan sonra bu gerçek çok daha net olarak ortaya çıkacaktır.

Önce Arapça Saff-ı Evvel tabirini ele alalım. Bir sıfat tamlamasından ibaret olan bu bileşik tabir içindeki (saff) kelimesini esasen yeniden analiz etmeye lüzum yoktur. Ancak küçük bir tekrar belki faydalı olur diye ifade etmek gerekir ki (suffa) gibi onun da kökü (safefe)’dir. Oysa (vaktiyle uydurulmuş) Tasawwuf kelimesinin sözde kökü (sawafe)’dir. Dolayısıyla Saff-ı Evvel tabirindeki (saff) kelimesinin etimolojik bakımdan tasavvuf kelimesiyle hiçbir alakası yoktur.

Bu tezin mantıksal çarpıklığına gelince, sûfîlerin ahirette ön safta yer alan –tabir caizse- «torpilli» bir zümre oldukları, acaba hangi gerekçeye dayandırılabilir? Belki bazı kimseler örneğin diyeceklerdir ki: «Dört zümrenin cennete gireceği bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilmiştir. Bunlar peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerdir. İste sûfiler de bu salih grubun başka bir adıdır.» Bunu ileri sürmek elbette ki çok kolaydır. Siz isterseniz Bahaîler Kadyanîler Masonlar, Lâikçiler ve kökten putçu Mitüdistler gibi İslâm’ın azılı birer can düşmanı olan grupları da bu zümrenin içinde gösterebilir, onları da cennetlikler listesine ekleyebilirsiniz! Bu sizi ilgilendirir. Ama siz Allah adına hüküm vererek onların kıyamette ön safta yer alacaklarını ve cennete gideceklerini nasıl kanıtlayabilirsiniz? İşte siz bu sorunun yanıtını asla bulamazsınız. Sonuç olarak bu tez de böylece çökmüş ve çürümüş olur. Çünkü üstünlük tasavvufla değil, tam tersine ve bizzat Kur'an'ın ifadesiyle; takwâ sahiplerinindir. 

5. Tasavvuf’un, etimolojik bakımdan kaynağını oluşturduğu ileri sürülen bir tabir daha vardır. O da bir Arap Kabilesi olan Benî Suffa  (yani suffa Oğulları) adından esinlenilerek Tasavvuf kelimesinin zamanla kullanıldığı iddiasıdır.

Önce ifade etmek lâzımdır ki Benî Suffa tabirindeki (Suffa) sözcüğü ile tasasavvuf sözcüğü biraz önce karşılaştırılmış ve aralarında hiçbir ilişki bulunmadığı açık şekilde kanıtlanmıştır.

Ayrıca sözde bu kabile İslâm’dan önce ve sonra Kabe’ye hizmet ettiği ilgisiyle adından esinlenilerek Tasavvuf kelimesi kullanılmıştır, denilmektedir. Görüldüğü üzere bu tez de son derece tutarsız ve çürüktür. Çünkü bu kâbilenin, ne vaktiyle Kâbe’ye hizmet ettiği kanıtlanabilmiştir, ne de –gerçek bile olsa-, adı geçen kabilenin bu yüzden cennetlik bir zümrenin peydahlanmasına kaynaklık edebileceği kanıtlanabilir.

Bütün bu bilimsel analizlerden sonra ifade etmek gerekir ki, Tasavvuf kelimesinin söz ve anlam olarak kesin kaynağı eski Yunan dil ve düşüncesidir. Bu ise belgesel bir gerçektir. Açıklamasını kısaca ve herkesin anlayabileceği bir dille şöyle yapmak mümkündür:

Kur’ân’ın satırları içindeki gerçek İslâm hariç, çeşitli diller, zihinlere saplanmış bulunan din ve felsefeler, inançlar ve kültürler birçok nedenlerle birbirlerinden etkilenirler. Tarih boyunca İslâm toplumunun daima çoğunluğunu oluşturmuş bulunan Müslümansı kalabalıklar şu veya bu dinden İslâm’ın alanına birçok yabancı inanç ve düşünce taşımışlardır. Bu yabancı kaynakların en etkinlerinden biri de Yunan kültürüdür. Yunan felsefesi Abbasi Halifesi El-Me’mun (h. 198-218) döneminde Arapça’ya çevrildi. Bu gelişme İslâm toplumunda çeşitli düşüncelerin türemesine yol açtı. Ancak bu dönemden çok önce hatta Muaviye zamanında bile Bizanslılarla olan sıkı temaslar nedeniyle İslâm toplumunun en azından terminolojisinde bazı değişiklikler meydana gelmişti.

Bu ilgiyle Yunan kaynaklı iki önemli terimin erken dönemde Arapçalaştırıldığına burada özellikle işaret etmek gerekir. Bunlardan biri «Philosaphy»’dir; öbürü ise «Theosophy»’dir. Telâffuz zorluğundan olsa gerek, bu iki kelime Arapça’ya geçtikten sonra yazılış ve okunuş biçimleri oldukça değişmiştir. Birincisi, yani «Philosaphy», «Felsefe» olmuş, «Theosophy»’de «Tasavvuf» olmuştur. İlginç olan; «Philosaphy» kelimesinin «felsefe» biçiminde Arapçalaşmasından sonra herkesin, bu iki kelimedeki anlamdaşlık konusunda aynı görüşü paylaşmasına karşın, hemen hiç kimsenin «Theosophy» ile «Tasavvuf»’un anlamdaş oldukları konusunda herhangi bir görüş ortaya kaymamasıdır! İşte bütün karışıklık bundan kaynaklanmaktadır. Evet, «Philosaphy» ile «Felsefe» kelimelerinin aynı anlama geldiklerini bütün ilim ve akademi çevreleri çok iyi bilmektedirler. «Theosophy» ile «Tasavvuf» kelimelerinin de aynı anlama geldiklerini yine ilim ve akademi çevreleri bilmektedir. Bunlara ilâhiyatçılar da dahildir. Fakat «Tasavvuf»’un «Theosophy» kelimesiyle olan ilişkisi konusunda özellikle Türk ilâhiyatçıları bilinçli olarak susmaktadırlar. İşte esasen bunun nedeni ya da nedenleri üzerinde durmak çok büyük önem taşımaktadır.

İşte bu nedenle, şimdi Tasavvuf ile islam'ı birçok bakımdan karşılaştırmaya çalışacağız, bakalım benzer yanları var mıdır?



TASAVVUF VE İSLÂM

Tasavvuf ile İslam'ı karşılaştırırken çok büyük ve önemli farklar görüyoruz. Şöyle ki;

1) İslam, kaynağını vahiyden alarak Allah'ı tenzih eden, kâinatı kuşatıcı bir inanışlar zinciri, evrensel bir yaşam ve yönetim biçimidir. Bu tanımı, Kur'ân'ın bütünlüğü içinde buluyoruz. İslam; açık, aktif ve çok yönlüdür.

Tasavvuf ise, kaynağını çeşitli dinlerden alarak, kâinattaki her şeyi Allah'ın bir parçası sayan ve O'nunla birleşip bütünleşmeyi öngören mistik ve sürekli bir «sorumluluktan kaçış» felsefesidir. Bu tanımı ünlü mutasavvıfların, yazılı ve sözlü edebiyatlarından çıkarmak mümkündür.[4] İslam'la karşılaştırıldığında tasavvuf, kapalı, pasif ve tek yönlüdür.

2) İslam, temelde; Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe inanmayı insana sunmakta ve onun vicdanına hitap etmektedir. (Nisa 136, Bakara 177, 284-285)

Tasavvuf ise; temelde sadece –sembolik olarak- Allah'a yönelmeyi ön plâna almakta, (melek, kitap, peygamberler, ölüm, haşir, hesap, cennet ve cehennem) gibi kavramlara sırf stratejik araçlar olarak bakmaktadır. 4. atam, Şeyh Muhammed el-Hazin Ehaşimi'nin bir beyiti bu gerçeği kanıtlamaktadır.
إلهي اجعلني عن الكونين فاني  * وأبقني بالوحدة في لاَ مكانِ  
فإني لم أرد منك جنانانا * ولكن لا تقل لي كموسى لن تراني[5]
Yunus adlı hayali şahıstan nakledilen:
«Bana seni gerek seni...» sözleri bu gerçeği özetlemektedir.

3) İslam, iman konusunda «Allah'ı tenzih» esasına dayanır. İslâm'a göre Allah Teâlâ'nın zatı insan tasavvuruna sığmaz. Dolayısıyla Allah'ın zatını duyu organlarımızla algılamamız mümkün değildir. Sonuç itibariyle insan aklının görevi de bu değildir.

Tasavvuf ise; her şeyi Alla'ın bir parçası olarak görür. Bu noktayı, sır saklayan tarikatlar gizliyor olsalar bile, sır saklamayan tarikatlar bunu açıkça ifade etmektedirler. (...)

4) İslam, uygulamada «formel ibadeti» şart koşar.

Tasavvufta ise; ibadet sınırsız sevgidir. Kişi böyle bir sevgi üstünlüğünü elde ettigi zaman onun artık ibadet etmesi gerekmez; hatta abestir ve anlamsızdır. (Bk. Ruhul-Furkan; 63)

5) İslam, insan için 4 süreçten oluşan bir olgunlaşma planı sunar. Bunlar: iman, bilgi, uygulama ve içtenliktir...

Tasavvuf ise; olğunlaşmayı sadece sınırsız sevgi ve özveride görür. (tasavvuf hakkındaki yanılgıların büyük nedenlerinden biri de budur.) bu felsefeden hareketle tarikatlar «seyr-ü süluk» adı altında mensuplarını, İslâm'ın formel ibadet biçimlerinden farklı şekilde eğitirler.

6) İslam, müslümanların okuyarak, yazarak, görerek, ve uygulayarak hem teorik, hem pratik anlamda alimlerden bilgi edinmelerini ve bu bilgileri başkalarına aktarmalarını ibadet derecesinde önemser.

Tasavvufta böyle bir amaç yoktur. Tasavvufa göre kişi eğer sınırsız sevgi ve fedakârlık derecesini yakalayabilirse bu onun için ebedi aydınlanmayı sağlayabilir. Dolayısıyla, herhangi bir dinin mensubu olmak da gerekmez. Onun içindir ki Buda ile İbrahim-i Edhem arasında inanç, felsefe ve yaşam tarzı bakımından hemen hemen fark yoktur. Tasavvufun bilgi hakkındaki görüşüne gelince, bu konuda Cüneyd-i Bağdaddi diyor ki;

أحبّ للمبتدئ ألاّ يُشْغِلَ قلبَهُ بهذه الثلاث، وإلاَّ تغيّرت حاله: التّكسُّبُ، وطلبُ الحديثِ، والتَّزوّجُ... وأحبُّ للصُّوفيِّ ألاَّ يقرأَ ولاَ يكتَ، لأنّهٌ أجمع لهمّهِ. (أبو طالب المكي، قوت القلوب،3/135)



7) İslam, evrensel çapta, siyasi, idari, hukukî, sosyal ve kültürel, bir yaşam nizamıdır. İslam'da halife başkanlığında bir ümmet organizasyonu vardır; her müslüman toplum düzeninden sorumludur. Bu nedenle her fert, -fahri olarak- hem aimr, hem memurdur...

Tasavvufta ise siyasi, sosyal ve hukuksal anlamda herhangi bir rejim sözkonusu değildir. Tasavvufa göre; eğer insanlar sınırsız sevgi ve özveri ile donanacak olurlarsa onların hiç bir devlet düzenine ihtiyaçları kalmaz.

8) İslam, başarıyı ödüllendirir, suçluyu cezalandırır.

Tasavvufta suç ve ceza yoktur. Her olay, «ilâhî» bir sırrın tecellisi olarak meydana gelir. «Fenâfillâh» mertebesine ulaşarak bu sırrı yakalayabilen insan, artık hiç bir şeyle uğraşacak zaman ve zemin bulamaz. Ayrıca onun için hiç bir günah da söz konusu olamaz. Çünkü bu noktaya ulaştığının farkına vardığı zaman anlayacaktır ki; Allah ile kul arasında hiç bir fark yoktur!
(Bk. فضائح الصوفيية/39)

9) İslam'a göre; Allah'ın, kutsal değerlerin ve müslümanların düşmanları vardır. Bunlara karşı daima uyanık olmak, müslüman kişinin kaçınılmaz görevidir. Bu görevin adı ise cihaddır. Cihad, İslâm'da ibadetlerin en üstünüdür.

Tasavvufta ise bir tek düşman vardır. O da nefistir. Onu yendiğin zaman herkesle barışık olursun. O zaman da hiç bir din ve inanç arasında artık ayırım yapmaz, -hayatına kastetse bile- hiç kimseyi hiç bir suçtan dolayı suçlamazsın. Çünkü herkes «Mevlâ'nın bir parçasıdır». Bu düşünce özet olarak;

Görelim Mevlâ neyler * Neylerse güzel eyler,
Beytinde ifadesini bulmaktadır.

10) İslam, ibadeti belli formüllere bağlamış ve onu imanın görünürdeki kanıtı olarak kabul etmiştir. Bu formüller «Tevkifiye» sistemiyle tespit edilmiştir. Değiştirilemez, onlardan bir şey eksiltilemez, onlara bir şey ilâve edilemez. Cinler ve insanlar, sırf Allah'a ibadet etmek için yaratılmışlardır. Yani amaç: ibadetullahtır.

Tasavvufta ise böyle bir amaç yoktur. Buna rağmen kişi eğer ibadet ediyorsa hürdür, ancak bu, onun «fenâ» mertebesine henüz ulaşmadığının kesin kanıtıdır. Dolayısıyla cahildir. (Bazı tarikatlar tasavvufun bu görüşünü spekülatif yorumlarla önemli derecede yumuşatmışlardır). Tasavvufun esasen en büyük amacı (ibadetullah değil), marifetullah'tır. Çünkü «fenâfillah» mertebesine ulaştığı zaman kişi, kendisinin bizzat Allah olduğunun farkına varacak ve kendine tapmanın sacma olduğunu ozaman anlayacaktır. (Sır saklayan tarikatlarca yüzyıllardır tasavvufun titizlikle gizlenen en önemli yanı budur.)

11) İslam'da İbadet olarak; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât, Kurban, çeşitli nafileler ve cihad vardır.

Tasavvufta ise ibadet olarak; her tarikata göre farklı çileler, seyr-u süluk şekilleri vardır. Hatm-i Hacegân, rabıta, teveccüh, müzik, sema, raks, ve devran gibi ayinler vardır. Bazı tarikatlarda, aynı zamanda İslam'daki ibadetlere de yer verilmiş olması, -yüzyıllar önce, tasavvufu İslâm muhitlerinde yaygınlaştırmaya yönelik birçeşit propaganda ile başlamış ve zamanla geleneğe dönüşerek- yerleşmiş olmasının bir sonucudur.


12) İslam'da kişi Allah'ın kuludur. Onun sosyalleşmesi ve öbür kullardan oluşan ümmetle bütünleşmesi öngörülmüştür.

Tasavvufa göre ise insan, Allah'ın yeryüzündeki bir suretidir, bir örneğidir. Allah, temelde bütün varlıklardan oluşan bir tekliği ifade ettiği için, kişi de tek kalmalı ve bireyselleşerek bu «vahdeti» temsil etmelidir. (işte vahdet-i vücut inancı buradan kaynaklanmaktadır).

13) İslam'da çalışmak, mal ve servet edinmek ve bundan başkalarını yararlandırmak bir vecibedir. Meşru servet, Allah'ın nimetlerindendir.

Tasavvufta ise mal, mülk, para ve servet diye bir amaç yoktur. Kişi «lokma hırka» hayatı yaşamalıdır. Hatta, -göze alabilirse- «İskat-ı tedbir»de bulunmalıdır. (yani geleceği ve hayatı için hiç bir önlem almamalıdır). Namus da dahil, sahip olduğu (istisnasız) her şeyi anında başkalarıyla paylaşabilmelidir. Elindekini avucundakini derhal tüketmelidir. (İbahiyeciler, tasavvufun bu yanını benimsemişlerdir. Tarikatların çoğu ise bu görüşe pek bağlı kalmamışlardır).


TASAVVUF BİR KAÇIŞ FELSEFESİDİR

Tasavvufta kişi, hayatı boyunca hep Allah'ı arar. Onu bulduğu zaman ermiş olur. Bunu beceremez ise bir tarikata girerek, bir mürşidin denetiminde bu yolculuğa başlar.[6]

Tasavvufu İslam'dan ayıran en önemli vasıf onun bir felsefe oluşudur. İslâm kaynağını vahiyden alır; sarihtir, alenidir, açıktır. Tasavvufun kaynağı ise insan düşüncesidir.

Tasavvufu gerek İslâm'dan, gerekse öbür felsefelerden ayıran husus ise onun içsel, sırlı, alegorik ve mistik oluşudur.

Tarih boyunca felsefe, –dönemleri itibariyle genel olarak- 3 ayrı isim altında ortaya çıkmıştır. 1) İlk çağ Felsefesi; 2) Rönesans Felsefesi; 3) 19. yy. Felsefesi...

İlk çağ felsefesi; mitolojiden kopuş ve bir doğa felsefesidir. Rönesans felsefesi; insan merkezli bir hümanist felsefedir; din yerine aklı ön plana alır. 19. yy. Felsefesi ise; bir ideolojiler felsefesidir, devletin gücüne karşı, kişinin gücünü öne çıkarmıştır. Bu üç felsefenin de ortak noktası; onların birer arayış felsefesi olmalarıdır.

Ayrıca konuları itibariyle –zor sayabileceğimiz kadar- çeşitli felsefeler vardır; Varlık felsefesi, Bilgi felsefesi, sanat felsefesi ve ahlak felsefesi gibi... Bunların da hepsi yine birer arayış felsefesidir.

Tasavvuf felsefesi ise –temel amaç bakımından- bütün felsefelerden farklıdır. Tasavvuf felsefesinin esas amacı kaçıştır. Bu felsefede insanın hiç bir gerekçe ile hiç bir sorumluluğu yoktur.

TASAVVUFUN CAZİBESİ

Tasavvufu cazip kılan şey, onun insanı rahatlatmasıdır. Temel özellikleri şunlardır:

 1) Tasavvuf insanı hiç bir şuçtan, hiç bir noksanlıktan ve hiç bir taksirattan dolayı sorgulamaz. Fakat bu felsefe üzerine kurulmuş bulunan tarikatların büyük kısmı çeşitli disiplinler koyarak tasavvufun bu özelliğini büyük ölçüde sınırlamışlardır.

2) Tasavvuf, amaç kavramını tamamen ortadan kaldırarak insanın vicdanını serbest bırakır. Tasavvufta önemli olan her şeyi sevmek ve her şeye rıza göstermektir. Onun için gerçek tasavvufçu için hiç bir kayıt yoktur.  

Tasavvufu insan için cazip hale getiren işte bu iki özelliktir. Ancak onun müdahale edilmemiş bu iki özelliğini soyut doktrininde görüyoruz. Her tarikat onun bu özgün özelliğini belli oranlarda yontarak biçimlendirmiştir.  

  
TASAVVUFUN YAYLMASININ NEDENLERİ

Tasavvufun tarih boyunca İslâm coğrafyasında yayılmasına ortam hazırlayan önemli nedenler ortaya çıkmıştır. Bunları özet olarak şöyle sıralayabiliriz:

1) İlk büyük fitne olarak bilinen ve Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan Ashab kavgaları.

2) Muaviye tarafından hilâfetin lağvedilmesiyle başlayan zulüm ve adaletsizlikler.

3) Fetihlerin sonucu olarak sözde İslâm'a giren birçok topluluğun, eski dinlerine ait çeşitli batıl inançları İslam'a bulaştırmaları.

4) Türkler'de, Satuk Buğra Han'la başlayan müslümanlığın İslam üzerinde bıraktığı etkiler.

5) Tarih boyunca Türlerle Arapların İslam'ı birbirlerinden kıskanarak ona kendilerince farklı yorumlar ve şekiller vermeleri.

6) Mecusiliğin ve Fars milliyetçiliğinin, İslam'a karşı Şiilik ve Şuubiyecilik olarak ortaya çıkan tepkileri   


[1] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvuf, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. no.30. S. 22. İstanbul-1989
[2] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. 4. Baskı, s. 45. İstanbul-1994
[3] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. 4. Baskı, s. 53. İstanbul-1994
[4] «Mevlânın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ’nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp Allah’dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillâh (Allah-u Tealâ’da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmuş ve tarikat hali sonuna ermiş olur.»[4] (Bk. Ruhu-l Furkan 2/63)


[5] الهدية السليمانية/6
[6] Bk. Ruhu-l Furkan; 2/63

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder