21 Ocak 2015 Çarşamba

Vahyin Başlangıcı

Hz. Aişe ve Ebu Musa rivayetlerinde, vahiy, Mekke’de, “arayış” anlamına gelen Hıra mağarasında düşünce çile çeken Abdullah oğlu Muhammed’e (a) Fil olayından yaklaşık 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde indirilen bu sûrenin ilk beş âyetiyle başlamıştır.

Surenin Nuzul yeri, Arabistan yarımadasında bulunan Mekke’Nin en yüksek noktası olan Sebir dağının hemen yanıbaşında bulunan Hıra Dağının tepesindeki bir doğal mağaradır. Hıra Mağarası Mekke’ye hakim bir tepede Kabe’yi kuşbakışı gören bir noktadadır. Allah Rasulünden önce bu mağarada Hz İbrahim’in inanç sistemi üzere ibdet eden tek kişi Hz Ömer’İn amcası Zeyd b. Amr b. Tüfeyl’dir.

Beyhaki, vahiy başlamadan önceki rüyalar silsilesinin hicretten 13 yıl önce bir Rebiulevvel ayında başladığını ve altı ay sürdüğünü nakleder. Bu tarihin miladi karşılığı 610 yılının şubat ayıdır. Altı ay sonrası aynı yılın Ağustos ayına denk gelmektedir.

Bu hesaba göre vahiy 610 yılının Ağustos ayında başlamıştır. Vahyin doğumunun Hz. Peygamber’in doğumuyla aynı gün olan Pazartesi’ne denk geldiğini, Hz. Peygamber’in niçin o günü oruçlu geçirdiği sorusuna verdiği cevaptan öğreniyoruz.

Bu konudaki sahih rivayetlerin özeti şudur: 40 yaşına doğru Muhammed’e yalnızlık sevdirildi.
Hıra dağındaki aynı adlı mağarada kendini tefekkür ve ibadete veriyordu. Bir gece aniden vahiy meleği geldi ve “Oku!” dedi. “Benim okumam mümkün değil!” diye cevapladı, zira o zamana kadar okumuş-yazmış değildi (Ankebût: 48). Rasulullah şöyle nakleder: “Melek beni öyle bir sıktı ki tüm gücüm gitti.” Aynı şey üç kez tekrarlandı (Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1:1; Müslim, İman, 1:73). Sonuncusunun ardından bu sûrenin ilk beş âyeti nâzil oldu (Vahye dair bir not için bkz. Şûrâ: 51, not 6).

                                                                             Hira Dağının Yandan Görünümü

Cebrail (a.s) ‘in Alak Suresinin İlk 5 Ayetini Peygamberimize Getirdiği Hira Mağarası



Surenin Konusu:

23 yıllık vahiy sürecinin ilk kelimesi “oku”dur.

Bu bir “yap” emridir ve her emir bir inşadır. Amaç  Vahyin muhataplarını inşa etmesidir.

İlk beş âyetin konusu insanın öğrenme yeteneğidir.

Vahiy açılışı;

·         Bilgiye,
·         İnsanın öğrenme yeteneğine ve
·         Araçlarına dikkat çekerek yapmıştır.

Bu, insanın en temel sorununun, doğru bilgiyi elde etmek, üretmek ve iletmekle ilgili talim ve terbiye, eğitim ve öğretim süreci olduğunu gösterir.

İlk indirilen pasaj ve sûrelerin konuları arasındaki bilinçli bağlantı hayli anlamlıdır. Gerçek bir “önsöz” olan Fâtiha’yı dışarıda tutarsak, bizim tesbitimize göre nüzulde ilk beş sıra ve konuları şöyledir:

·         Alak sûresinin ilk 5 âyeti düşüncenin ve bilginin inşasıyla,
·         Müzzemmil sûresinin ilk 11 âyeti, duygunun ve ahlâkın inşasıyla,
·         Müddessir sûresinin ilk 7 âyeti, misyon ve vizyonun inşasıyla,
·         Duhâ sûresinin tamamı teşvik ve motivasyonla,
·         İnşirah sûresinin tamamı azim ve kararlılıkla ilgilidir.


İnen ilk âyet, Allah adına/adıyla okuma emridir. Bu emir, karşılığını İslâm’ın şiarı olan besmelede  bulur.

İlk beş âyetin ardından, gelen âyetler daha sonraki bir zamanda inmiştir. Bu zaman fiili engellemenin başladığı 3. yılın başına tekabül etse gerektir. Usul kuralı gereği bir sûre için “Bu sûre falan zamanda indi” demek, o sûrenin başının indiği zamanı gösterir. Bu kural ‘Alak sûresi için de geçerlidir.

Bu pasajda Allah’ın vahiyle kendisine tenezzül buyurduğu insanın en temel zaafına atıf yapılır:

·         Evet; insan kendi kendine yettiğini sandığında mutlaka azar” (6-7).
·         İnsan azınca ibadete engel olur, hakikati yalanlar ve ona sırt döner (9-13).
·         Bütün bunların temelinde görmeyen bir tanrı tasavvuru yatar: “Kendisi bilmez mi ki, Allah görür mutlaka!” (14)

Sûre, muhatabını inşa edicilik vasfını haykırırcasına, tevhid kelimesinin çatısıyla uyumlu olan bir nehiy ve iki emirle son bulur:

·         Asla o (azgın) insana uyma;
·         (Rabbine) secde et ve
·         Yaklaşmaya gayret et!”

Kerâmet Dosyası

Kerâmet, özellikle Türkiye'de halk tarafindan kısaca «Allah dostu velilerin gösterdiği olağanüstü hadise» olarak tanımlanmaktadır. Kerâmet hakkındaki çeşitli birçok tarif ve açıklamaların özeti aşağı yukarı budur.

Mistik gruplar arasında gerek sözlü olarak sıkça anlatılan, gerekse bu gruplara mensup; şeyh, halife, hoca ilâhiyatçı ve dinadamı gibi çeşitli sıfatlar altında kalem kullanan kimselerin yazılı olarak işlediği kerâmet öykülerinin tümü, böyle bir tanımdan ilhamını almaktadır.

Tasavvuf konusunda yazılmış eski kitaplardan biri olan Kuşeyrî (öl. M. 1072)'nin, risalesinde de kerâmetten  söz edildiğine göre, bu kavramın İslâm dünyasında tasavvufla birlikte ve onun bir parçası olarak varlık gösterdiğini söyleyebiliriz.

Kerâmet sözcüğü Arapçadır. Ancak –sözlük olarak- «olağanüstü hadise» anlamını taşımamaktadır. Kerâmet, üstün değer, şeref, yücelik ve ikram anlamlarına gelmektedir. Bu kelimeye «olağanüstü» diye bir anlam yüklenmiş olması, dolaylı, isabetsiz ve spekülatiftir. Nitekim kerâmet tabiri henüz kullanılmadan önce «Makhraq» kelimesi kullanılırdı ki «olağanüstü» anlamına gelen, aslında bu kelimedir, çoğulu: «Mekhâriq»'tir. Nitekim Hallac-ı Mansur (M. 857-918) hakkında Eski arap tarihlerinde nakledilen olayların anlatımı içinde kerâmet yerine «Makhraq» ve «Mekhâriq» kelimeleri geçmektedir. Bu tabir daha sonraları «kerâmet» kelimesiyle yer değiştirmiştir. Bu, tür değişimler İslâm kültür erozyonunun birer parçası ve güçlü kanıtıdır. Bu aşınma, milâdî 900 yıllarından günümüze kadar değişik periyot ve hızlarla devam etmiştir.

Kerâmetle anlatılmak istenen ve amaçlanan şeyler, -bazı doğruların birçok yanlışla yoğrularak ve yüzyılların akışı içinde gittikçe zenginleştirilerek- günümüze ulaştırılmış bir müslümanlık mitolojisidir. İslâm tarihinin yaklaşık ilk 200 yılı hariç, ondan sonra günümüze kadar tasavvuf ile olağanüstülük arasında ısrarla ilişki kurulmuş olması, kerâmet kavramının, ister istemez bu akımın bir parçası olarak değerlendirilmesini adeta zorunlu hale getirmiştir. Dolayısıyla kerâmet kavramı ile İslâm arasında doğrudan bağ kurmak mümkün değildir. Çünkü İslâm'da mitolojinin yeri yoktur. İslâm; Sünnetullah[1] ile işleyen evrensel bir inanışlar silsilesi, vahye dayalı bir yaşam ve yönetim biçimidir. Tam tersine kerâmet ile müslümanlık arasında, -daha doğrusu- kerâmet ile tasavvuf arasında ilişki aramak gerekir ki zaten kerâmet tasavvufun organik bir parçasıdır. Kerâmetin İslâm'la herhangi bir şekilde ilişkilendirilemeyeceği noktası, bu kavramın tanımından ve ona yüklenmiş olan anlamdan rahatça anlaşılmaktadır. Çünkü kerâmetin bütün tanım ve örneklerinde olağanüstülükler ısrarla kişiye mal edilmiştir. Oysa olağanüstü gibi gözüken bütün hadiselerin gerçek yöneticisi ve yönlendiricisi İslâm'a göre Allah'tan başkası olamaz.

İslâm dünyasında, 1500 yıllık tarihin akışı boyunca, çeşitli nedenlerle tevhid konusunda maydana gelmiş olan sapmaların kapsamı içinde bu farkı değerlendirmek gerekir. O zaman çok daha bilimsel ve çok daha doğru sonuçlar elde etmek mümkün hale gelebilir. Aksine kerâmet kavramını, -bilimsel araştırma ve tetkik yöntemleri dışında ve duygusal eğilimlerle işlemek-, bu konularda yaygın olan mevcut yanlışları daha karmaşık hale getirir.

Kerâmet kavramının incelenmesi ve değerlendirilmesi çok önemli bir konudur. Çünkü -henüz büyük ölçüde gizliliğini koruyan- tasavvuf felsefesinin, mistik akımların ve tarikat faaliyetlerinin tam anlamıyla deşifre edilebilmesi bu kavramın aydınlatılmasıyla daha kolaylaşacaktır. Bu konuda gerekli olan ilk şey, çalışmanın yöntemini belirlemektir. Ondan sonra konuyu ilgilendiren ara başlıkların saptanması ve bunların, incelemeye altyapı oluşturacak bir anlatım disiplini içinde sıralanması şarttır. İşte böyle bir altyapı üzerinde ancak kerâmet anlayışı, -kaynakları ve kanıtları desteğinde- işlenebilir.

Üzüntü ile belirtmek gerekir ki, kerâmet konusu, -Türkiye'deki düşünce ve inanç kargaşası içinde- henüz bilimsel bir dil ve yöntemle ele alınmamıştır. Bu konu halâ mistik grupların yığınlarca menkabe kitaplarında masal niteliğinde sunulmaktadır. Bu sorun, İslâm ile Müslümanlığın karşılaştırılması kapsamında ve tasavvufun bütünlüğü içinde ancak ele alınabilir. Ne yazık ki böyle sistematik bir yöntemle kerâmet konusu günümüze kadar hiç bir bilim adamı tarafından irdelenmemiştir. Yüzyıllardır, menkıbe (ya da menkabe) olarak işlenen tasavvuf mitolojisinin –Türkiye halkları arasında- çok yaygın biçimde bir iman kurumu haline gelmiş olması böyle bir çalışmayı engellemiştir. Toplum bu mitolojiye büyük önem verdiği için; - kerâmet kavramı eğer tasavvufî değil de İslâmî bir yaklaşımla ele alınacak olursa- büyük tepkilere neden olur çekincesiyle bilim adamları konuyu işlemeye cesaret edememiş olabilirler! Hal böyle olunca da kerâmet konusu günümüze kadar şeyh, hoca, dinadamı ve ilâhiyatçı olarak bilinen yarı okumuş zümrenin insafına terk edilmiştir.

Kerâmet kavramının normalde dört ara başlık altında incelenmesi gerekir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Kerâmetin çağrıştırdığı önemli kavramlar,

2) Kerâmetin İslâm'la ilişkilendirilmesindeki nedenler ve bunun gerçeği ne kadar yansıttığı,

3) Kerâmet inancına önem veren kişi ve toplulukların eğitim, inanç ve zihniyet durumları,

4) Nakledilen kerâmet türleri ve kerâmet öykülerinden örnekler.

Bunlara bir sonuç bölümü daha eklenebilir ve bu başlıklar, incelemenin genel şartlarına, belirlenen sınırlarına ve kapsamına göre artırılabilir. Bu konuda esas olan, yöntembilim ilkelerine ve akademik dile bağlı kalmaktır. Konu -asla mistik ve duygusal yaklaşımlarla değil-, mutlak surette bilimsel ve akılcı kurallarla Kur'an ve Sünnetin ışığında açıklığa kavuşturulmalıdır.

Araştırmacılar ve bilim adamları için bir ön bilgi olmak üzere kerâmet konusunu, -bundan sonraki açıklamalarla ve biraz önce değinilen inceleme disiplinleri çerçevesinde- özetlemek mümkündür.

KERÂMETİN ÇAĞRIŞTIRDIĞI ÖNEMLİ KAVRAMLAR

Bunların başlıcaları; «tasavvuf», «veli (evliya)», «türbe», «şeyh» ve «seyr-ü sülûk»tur.

Doğrusu, bunların her biri ayrı ayrı ve uzun bir araştırma konusudur. Yine büyük bir üzüntü ile belirtmek gerekir ki; (Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak gibi nadir ilimadamlarının eserleri hariç), Türkiye'de bu kavramların, bilimsel ve akademik dille işlendiği bir tek çalışmaya rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Prof. Dr. İbrahim Sarmış hariç, bu kavramları şimdiye kadar sözde akademik yöntemle ele almış İlâhiyatçıların tümü şu veya bu şekilde tasavvufa bulaştıkları için, bu akımın etkisinden kurtulamamış, master ve doktora tezlerinde bile oldukça duygusal ve gayri ilmî dil kullanmışlardır. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri; Prof Dr. Süleyman Uludağ'ın «Tasavvuf Terimleri Sözlüğü»'dür. Örneğin bu zat, bakınız «kerâmet» kavramını açıklarken aynen şu sözleri sarfetmektedirler.

«Kerâmet, Hakkın velisine bir ikramıdır. Kerâmet  iki çeşittir: a) Manevi ve hakiki kerâmet (...), b) Kevnî ve sûrî kerâmet ...». Bu sözler, adı geçen sözlükte tırnak içine alınmadığından, yazarın bizzat kendi kanaat ve hükmü olarak gözükmektedir. Oysa Kerâmet kelimesine böyle bir anlam yüklemek için ne Kur'an-ı kerim'de ne de Sünnette açık bir delil vardır. Zaten kerâmet kelimesi Kur'ân-ı Kerim'in hiç bir yerinde geçmemektedir. Bu kelime, hadis uzmanları tarafından güvenilir kabul edilen 40 tane hadisin içinde geçiyor olmasına rağmen ifade ettiği anlam, Türkiye'de yaygın mistik açıklamalara konu olan kerâmet kavramından oldukça farklıdır. Kendini tasavvufa vermiş ilâhiyatçı akademisyenlerin kerâmet kavramını İslâm bilim kuralları dışında kendi heveslerine uygun biçimde izah etmeleri ise bu ülkede kültürel enformasyonun geleceği bakamından düşündürücüdür.        

Kerâmetle doğrudan ilişkilendirilen beş önemli kavramdan tasavvuf, oldukça geniş bir konudur. Tasavvufla ilgili yüzlerce kitap yazılmış, bu kavram, onlarca farklı ve aykırı tanım içinde açıklamaya çalışılmıştır. Kerâmet olarak inanılan her olay, (Türkiye'li Müslüman tarafından) mutlak surette mistik yaşam biçimi ile ilişkilendirilir. Genel yaklaşım budur. Kerâmeti tasavvufla ilişkilendirmeyen, onu tasavvufi yaşamın bir sonucu, tasavvufi bir eğitimin başarısı olarak görmeyen bir tek insana bile bu ülkede rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Tasavvuf kelimesinin gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse binlerce hadis içinde bir kez bile geçmediğine bakılcak olursa bu iki kavrama Türkiye'de verilen olağanüstü önemin nedenlerini merak etmemek elde değildir!

Türkiyeli Müslüman kişi, kerâmet sahibi olduğuna inandığı kimseyi fizik olarak; «ak sakallı, cübbeli, nur yüzlü, heybetli ancak sevecen ve düşünceli» bir tip olarak hayâl eder. Bu, Türkiyeli insanın zihnine ve vicdanına kazınmış –şamanlık ve Budizm dönemlerinden kalma- standart bir evliya tipidir.  Çünkü Türkiyeli insanın ruhunda şeklin ve biçimin çok büyük önemi vardır. Örneğin; iri bir cüsse, bir cenaze alayı, bir kortej, kocaman bir heykel, mehter takımının geçit resmi ya da çevresi tarafından heybetle karşılanan kişi, (kanlı bir diktatör, hatta bir mafya babası bile olsa) manevi değere sahip, gizemli ve saygındır.

Biraz okumuş Türkiyeli Müslümanın ise evliya tipi hakkındaki tasavvuru bundan farklı olmamakla beraber o, tasavvuf terminolojisini kullanarak velinin kişiliğini daha dakik ve daha muntazam bir ifade ile açıklamaya çalışır ki bu iki bakış arasında esasen tam bir paralellik vardır. Buradaki tek fark; birinin avamca, öbürünün ise kültürlü bir insanın bakışı olarak ortaya çıkmasıdır. Nitekim bu her iki yaklaşımda da amaçlanan evliya kişi; –İslâm'ın deklare ettiği ve öncelediği- iman, amel, zühd, takva, hayat ve cihad adamı değil; kelimenin tam anlamıyla, tasavvuf, tekke ve çile adamıdır. Bu kişi, genelde bir tarikat şeyhidir, bazen de bir meczuptur. Nitekim Türkiye'de kerâmetle ünlenmiş tiplerin hemen tamamı tarikat şeyhleridir. Tasavvufla meşgul olan müslümanların zihninde bu tip insan, bir «mürşid-i kâmil»dir. «Vaktiyle seyr-ü sülûk denilen tasavvufî bir yolculuğa çıkmış ve sonunda kemâle ererek kerâmet sahibi olmuştur.»

Türkiyeli Müslüman insanın tasavvurunda kerâmet, işte böyle bir ilgiyle sırf tasavvufun semeresi olarak kabul edilir. Bunu muntazam bir dille ifade edemez olsa bile kerâmet hakkındaki düşüncesinin özü budur. Dolayısıyla tasavvufsuz ve kerâmetsiz evliyanın, Türk Müslümanlığında yeri yoktur. Bu inanışa göre evliya denen insanüstü tipin yetiştirilebilmesi ve tabiatıyla onun kerâmet gösterebilmesi için İslâm'a rağmen, tasavvuf kurumunun devam ettirilmesi şarttır. Müslümanlığın İslâm'a karşı direnişi işte buradan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte; Yunus Sûresi'nin, 62-64. ayetlerinde evliyanın kesin nitelikleri gayet berrak bir ifade ile açıklanmış olmasına rağmen, Türk evliyasının bu ayetlere göre değil, Türk tasavvufuna göre nitelenmesi yine şarttır. Çünkü evliyanın Kur'ân-ı kerim'de belirlenen nitelikleri Türk tasavvufuna göre eksiktir. Kur'an'a göre bir kimsenin evliyadan sayılabilmesi için onun şu dört niteliğe sahip bulunuyor olması yeterlidir;

1) Kur'ânı Kerim'in verdiği bilgiler çerçevesinde Allah'a inanıyor olmak,

2) Allah Tealâ'ya karşı saygılı olup O'nun emir ve yasaklarına harfiyyen uymak,

3) Geçmişe ilişkin bir üzüntü taşımamak,

4) Gelecekten korkmamak.

Türk tasavvuf anlayışına göre ise evliya olmak için bu niteliklere sahip bulunmak ne gereklidir, ne de yeterdir. Hatta bugün Türkiye'de bu dört niteliğe sahip her kişinin Allah dostlarından bir veli olduğunu eğer insanlara söylemeyi göze alabilirseniz mutlak surette gülünç karşılanır ve alaya alınırsınız! Bu ise dolaylı olarak Kur'an-ı Kerim'in, bu ülkede yaşayan müslümanların çoğunluğu tarafından bir bütün ve bağlayıcı olarak kabul edilmediği gerçeğini ibretle ortaya koymaktadır.

Yeri gelmişken hemen eklemek gerekir ki; İslâm ile Müslümanlığı karşılaştırırken, buna benzer yüzlerce farkı saptamak ve bunları bir liste haline getirmek mümkündür.

İslâm'ın tam aksine ve İslâm'a rağmen, Türk tasavvuf anlayışına göre evliya kişinin şu niteliklere sahip olması şarttır.

1) Ak sakallı, cübbeli, nur yüzlü, heybetli ancak sevecen ve düşünceli olması,

2) Ölmüş ise, üzerinde bir türbe bulunuyor olması; ya da mezarının özenle çevrilmiş ve yeşile boyanmış olması; mezar taşında ve sandukası üzerinde (ne anlama geldiği bilinmese de) birtakım «Eski Türkçe» yazıların bulunması,

3) Yatır olarak tanınıyor olması,

4) Halk tarafından saygı görüyor ve ziyaret ediliyor olması.

5) Kerâmetlerine inanılıyor olması ve bu kerâmetlerden mutlaka birkaçı ile ünlü bulunuyor olması.

Bu vasıflar, yörelere göre çoğaltılabilir. Görüldüğü üzere, bu nitelikler arasında evliyanın Allah'a inanması gibi bir şart bile bulunmamaktadır. Vurgulamak gerekir ki bu vasıfların en önemlisi kerâmettir.

Türk tasavvuf anlayışına göre bir kimsenin kerâmet sahibi olabilmesi için mutlak surette onun evliya olması şarttır. Ancak evliya olabilmek için seyr-ü sülûk denen özel ve mistik bir eğitimden geçmiş olmak gerekir. Bu eğitim şekline tasavvuf terminolojisinde riyazet ve mücahede denir. Türk tasavvufçularına ait kitaplarda bunun geniş açıklamaları bulunmaktadır.           

KERÂMETİN İSLÂM'LA İLİŞKİLENDİRİLMESİNDEKİ NEDENLER VE BUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


Kur'ân-ı Kerim hiç kuşkusuz, olağanüstü ve doğaüstü (gibi gözüken) hadiselere yer vermektedir. Allah'ın iradesi ve emriyle bu olayların cereyan ettiğini bildirmektedir. Ancak bu olayları, Türk tasavvuf düşüncesinde anlamlandırılan kerâmet kavramıyla izah etmek mümkün değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de  sözü edilen olağanüstü hadiseler, kerâmetle anlatılmak istenen olaylardan farklıdırlar. Bu iki şey arasında hem kayak, hem character bakımından çok büyük ayrılıklar ve aykırılıklar mevcuttur. Dolayısıyla bu iki şeyin örtüştüğünü ileri sürmek ilmî dayanaktan yoksun bir iddia olur.

Menkabelerde geçen öykülerden de çok açık şekilde anlaşıldığı üzere kerâmet kavramı, içerik ve character olarak tamamen Şamanlık döneminden kalma «Ata ruhları Kültü»nün devamıdır; ilhamını bir şirk dininden almaktadır. Türk cahiliyesinin çok açık kalıntılarından biridir. Halkın gerek kerâmetten anladığı ve amaçladığı şeyler, gerekse kerâmet sahibi olduğuna (bir yarı tanrı, hatta bazen tam bir tanrı diye) inandığı kimseler hakkındaki kanat ve inançları ayrıntılı bir şekilde bir araya getirildiğinde bu gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'deki olağanüstü hadiselerin, (daha doğrusu, olağanüstü gibi gözüken olayların) kaynağı ise vahiydir.

Yetkin ve ehil tarih araştırmacıları tarafından da bilindiği üzere çeşitli milletler, yüzyıllar önce topluluklar halinde İslâm'a girerken zihinlerine ve vicdanlarına vaktiyle kazınmış kalıcı birçok inancı da birlikte bu yeni dinin alanına taşımış ve onunla sentezlemişlerdir. Şirk ve cahiliye dönemine ait çeşitli inanışlar arasında İslâm'a bulaştırılabilecek cinsten olaylar için daima İslâm'ın özündeki benzer inanışlar araç olarak kullanılmıştır. Onun için bu tür uyarlama spekülasyonlarının farkına varmak vaktiyle mümkün olamamıştır. Özellikle bu inanışların pratik dışı ve sırf vicdanî meseleler olması, sorunun yüzyıllar boyunca örtülü biçimde devam etmesine ve çözümsüz kalmasına yaramıştır. Dolayısıyla bu sorunları günümüzde saptamak, hele onları deşifre etmek ve arı İslâm'a çağrı kapsamında bu kemikleşmiş yanlışları düzeltmeye kalkışmak, büyük bir cesaret ve kudret meselesidir.

İşte kerâmet inanışı, bu uyarlama örneklerinin en başında gelmekte ve İslâm'ın tevhid inancına karşı en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Vurgulamak gerekir ki «kerâmetçilik» olarak da adlandırılabilecek tasavvufî mitoloji mekanizması, taşıdığı sinsi character bakımından İslâm'ın tavhid inancını birinci derecede tehdit etmektedir.

Kerâmet gibi masum ve yanıltıcı bir kelime seçilerek, üstelik vicdanları yönlendirecek spekületif bir yapılandırma ile bunun kurumlaştırılarak yüzlerce mitolojik olayın İslâm'a mal edilmesinde – belli amaçlara sahip kişi ve çevreler için- kolaylaştırıcı üç önemli kapı bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi: gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse Sünnette, olağanüstü hadiselere yer verilmiş olmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'deki örnekler özetle şunlardır.

1) Hz. Meryem'in yanında, yazın kış meyvelerinin, kışın ise yaz meyvelerinin görülmesi (Âl-i İmrân/37)[2]

2) Hz. Süleyman'ın veziri, Asâf b. Barkiya tarafından Saba Kraliçesi'nin, tahtı ile birlikte birkaç saniye içinde Yemen'den Kudüs'e taşınması (En-Neml/38-40)[3]

3) Ashab-ı Kehf'in çok uzun bir süre (rivayete göre 309 yıl) uyuduktan sonra uyanmaları olayı (El-kehf/11, 12)[4] gibi...

Sünnete göre de örneğin; heyelân sonucu mağarada mahsur kalan üç kişinin Allah'a yakarışları neticesinde nasıl kurtuldukları anlatılmaktadır. (Buhari/2063)[5]

Tabiatıyla bunlardan çok daha önemlisi, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın, Kur'an-ı Kerim'de sahneleri canlandırılarak çarpıcı tablolar halinde anlatılan mucizeleri, Kerâmet mitolojisinin mimarlarına yüzyıllar önce önemli birer ilham kaynağı olmuştur.

Menkabe ve mitoloji kurgucularına, işlerini kolaylaştırıcı ikinci ilham kaynağı; ilk mü'min ve muslim kuşağa ait, hayranlık uyandıran kahramanlıklar, fetihler, açılımlar ve başarılardır. Örneğin, Bedir, Hayber, Huneyn, Yermuk ve Kadisiye zaferleri sırasında sergilenen kahramanlık olayları, çarpıcı güç gösterileri ve muhteşem kazanımlar, «cenk» ve «destan» adı altında, daima olağanüstü ve insanüstü gibi algılanacak bir dille aktarılmıştır. Bu olaylardan yola çıkılarak, Osmanlı ordusu için bir heyecan ve hamaset kaynağı teşkil etmesi için, daha sonraları, özellikle –çöküş yüzyılları boyunca çok ince hilelere başvurmak suretiyle- binlerce kerâmet üretilmiş ve tasavvufî mitoloji birikimi böylece zenginleştirilmiştir.

Menkabe ve tasavvufî mitoloji kurgucularını harekete geçiren, onları bir çeşit tetikleyen, kışkırtan, hatta onları bu işe zorlayan çok önemli bir neden daha vardır ki bunu; -İslâm'ın Müslümanlığa dönüştürülmesi çabalarının psikolojik baskısı- diye adlandırabiliriz. Fakat önce bu baskının ne olduğunu çok iyi anlamamız gerekir.

Türkiye toplumunun günümüzde yaşadığı din ve düşünce anarşisi eğer –tarihteki kaynaklarına inilerek- bir bilim ve araştırma gözü ile incelenecek olursa bu baskının ne olduğunu ve nereden kaynaklandığnı en azından sezmemiz kolaylaşır. Günümüz Türkiye'sinde yaşanan din ve düşünce anarşisinin, çok yönlü ve henüz deşifre olmamış bir tarihsel arka planı vardır. Bu karanlık kısmın üzerindeki kalın perde eğer bir gün kaldırılabilirse, son bin yıllık tarihin akışı içinde İslâm coğrafyasında yaşanan ahlâk çöküntüsünün, bilim ve sanatta birbirini izleyen gerilemelerin, soykırımların, siyasi cinayetlerin, yıkım ve acıların sonuçlandırdığı kaygı verici sapmaları, tedavisi artık mümkün olmayan yaraları ve bunlara bağlı olarak bugün yaşadığımız büyük sorunları işte ancak o zaman net bir şekilde ve ibret içinde seyretmemiz mümkün hale gelebilir.

Bu sorunun üzerinde durmaya, resmi ve sivil örgütler henüz izin vermemektedirler. Tam tersine bu sorunu gizleyebilecek her türlü çabaya destek verilmektedir. Kur'andaki gerçek İslâm'ın berrak ve net bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak bilinçlendirici açıklamaları engelleyen yasalar bile konmuştur. Suçun adı bellidir; «Türk tarihinini aşağılamak, milli duyguları zayıflatmak vs.». Türkiye'de İslâm ve mü'min azınlık üzerindeki baskı mekanizmasının bir başka işlevi de tasavvufî mitoloji faaliyetlerine meydanı geniş tutmaktır. Özellikle 1960'lardan sonra Türkiye'de tarikat ve laik çevrelerin uzlaşmaları ve gizli iletişimleri bu meydanın ne kadar geniş tutulduğuna işaret etmektedir.

Türkiye'de özellikle Selçuklular ve Beylikler dönemine ait tarihi belgelerin halâ çok sıkı biçimde gizli tutuluyor olması, -örneğin; Alparslan'ın başveziri Nizamülmülk tarafından yazılan Siyasetname adlı kitabın ancak belli bölümlerinin tercümesine izin verilmesi gibi-; keza Osmanlı tarihinin, ısrarla ve sürekli biçimde çarpıtılarak ideolojik ve milliyetçi bir dille okullarda dayatılıyor olması, bu iki imparatorluk döneminde İslâmi değerlerin ne derece tahribata uğradığını elbette ki gizleme amacını taşımaktadır.

Bu tutum; gerek devlet, gerekse toplum üzerinde -İslâma karşı- psikolojik bir baskının bulunduğunu, çağın hızlı iletişim imkâları sayesinde birşeylerin ortaya çıkacağından kaygı duyulduğunu haber vermektedir. Çok açık ifade etmek gerekirse Türkiye, devleti ve toplumuyla İslâm'dan inanılmaz derecede korkmaktadır!

Bu kaygı, bin yıldır özenle kurgulanmış; ritüelleriyle, tarikatlarıyla, tekkeleriyle, ayinleriyle, mevlitleriyle, kandilleriyle, evliya ve türbeleriyle, kerâmet mitolojileriyle dantel gibi işlenmiş olan «Türk Müslümanlığı» adındaki dinin, birgün deşifre olması ve İslâm'dan bağımsız bir din olduğunun ortaya çıkması korkusudur. Çünkü bu dinin üzerindeki kalın perde eğer birgün aralanacak olursa Kur'an'daki gerçek İslâm, berrak bir şekilde ortaya çıkacaktır. Fakat bu konuda aşılmaz engeller mevcuttur. Nitekim Bu nedenledir ki -İslâm dışı Arap Müslümanlığını eleştirdiği için- yıllar önce Prof. Dr. Seyyit Kutup, Mısır'da idam edildi. Bu zat, Türk Nakşibendileri tarafından anarşist olarak damgalanmıştır.

İşte bu korkunun etkisiyle; toplumu oyalamak, beyinleri yıkamak ve dikkatlerin bu hayatî nokta üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için tasavvufî mitoloji mekanizması canlı tutulmaktadır. Daha dün, tekke ve zaviyelerin kapılarına (1925/677) sayılı yasa ile kilit asan devlet, günümüzde bunun keffaretini çok cömertçe ödeyerek başta Adıyaman/Menzil'deki tekke olmak üzere tasavvufî mitoloji odaklarını el altından çok güçlü biçimde desteklemektedir. Çünkü bugün başta Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere İslâm coğrafyasında yaşayan milletlerin tümü ağır bir stres altındadırlar. Ve çünkü bu milletler Amerika'nın ve Batı dünyasının kayıtsız şartsız işgali altında yaşamaktadırlar. Süper güçler, Saddam Hüseyn'i Kurban bayramı sabahında asarak bu milletlere öyle müthiş bir göz dağı vermiş, onların namus ve şerefini öyle aşağılamıştır ki sadece bu olayın şokunu bile –özellikle Sünnî toplumlar-, belki yüz yıl boyunca iliklerine kadar yaşayacaklardır. Bugün Filistin, Irak, Afganistan, Lübnan, Çeçenistan, Bosna-Hersek, Kosova Sincan ve kıbrıs sorunları, PKK sorun, Ermeni «soykırımı» sorunu, Karabağ sorunu, Sudan/Darfur sorunu, Somali aşiretler sorunu, Keşmir sorunu, Cezayir/Amazing sorunu, Fas/Polisaryo sorunu, İslâm coğrafyasında yaşayan toplulukların ne kadar ağır bir psikolojik sıkıntı altında ezildiklerini göstermeye yetmektedir.

Bin yıldır gerçek İslâm'dan hergün biraz daha uzaklaşmanın sonuçlandırdığı bu vahim tablo karşısında moralini yitirmiş insanları rehabilite etmek için -özellikle Türkiye'de tarihi yanlışlıklar yığınını çok daha karmaşık hale getirecek- bir çareye baş vurulmaktadır. Bu çare Osmanlı döneminden kalan manevi «superman» tiplerin yaratılması çabasıdır. Kerâmet öyküleri, işte bu hayâlî «superman»lere mal edilen sanal anlatımlardan başka bir şey değildir. Bu öykülerle Kur'ân-ı Kerim'de ve Sünnette geçen olağanüstü (görünümündeki) hadiseler arasında hiç bir bağ ve hiç bir benzerlik yoktur. Nedenleri de birbirinden tamamen farklıdır. Bunun dolaylı sebeplerini şöyle izah etmek mümkündür:

Bugün Arabından Türküne, Kürdünden çerkezine, lazından gürcüsüne, Afrikalısından Asyalısına kadar her müslümanın kullandığı uçak, otomobil, raylı sistemler, faks, telefon ve internek gibi iletişim araçları, bilgisayarlar, matbaalar, kameralar, tıbbi cihazlar ve teknoloji adına ne varsa, bunları icat eden insanlar arasında müslüman kişi kendi ırkından, soydaşından veya dindaşlardından bir tek kişiyi bile gösterememektedir. Müslüman kişi istediği kadar; -İbni Sina, Farabî, Birunî, İbni Heysem, İbni Hayyan, El-Battanî, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Gıyaseddin Cemşid, İsmail Cevheri ve Hezarfen Ahmed Çelebi gibi- ilim adamlarıyla övünüp dursun, bu şahsiyetlerin, günümüzde kullanılabilecek hiç bir eseri yoktur. «Viyana kapıları» edebiyatı ve «Endülüs» uygarlığından geriye, sadece tarih sayfalarında yığın yığın yazılar ve kubbede hoş bir seda kalmıştır. Türk doktorlar, - bu ülkede her gün aşağılanan- Yunanlılardan Hipokrat'a ait yemini okuyarak ancak mezun olurlar. Osmanlı coğrafyasını muhteşem eserleriyle donatan Mimar Sinan'ın Türk değil, Kayserili bir Ermeni ailenin çocuğu olduğunu son yıllarda birileri nihayet ağzından kaçırdı ve kıyametler koptu. Fatih'in toplarını döken mühendisin Macar kökenli olduğu da gizlenemedi. Matbaayı Osmanlı ülkesine getiren İbrahim Müteferrika'nın Macar olduğunu zaten bütün kaynaklar açıkça kaydediyor. Bir iki tanesi hariç, geriye kalan bütün Osmanlı padişahlarının anne ve Eşlerinin yabancı olduğunu bir araştırmacı belgesel olarak kanıtladı. Arap alfabesinden 1000 yıl sonra vazgeçen Türkiye, (Frederch Wilhelm Radlof'un iddialarına rağmen), birtürlü kendine ait bir alfabe bulamadı. 80 yıldır bu ülkede kullanılan latin alfabesine eklenen harfler, internetin kullanılmaya başlamasından sonra, iletişimde büyük sorunlara neden oldu.

Yüzlercesinden sadece bu birkaç örneğin bile Müslüman Türk insanı üzerinde ne kadar derin bir üzüntüye sebep olduğunu ise akıl sahibi hiç kimse inkâr edemez. Bu ülkede sürekli olarak evliya ve kerâmet üretme çabalarının temelinde işte bu üzüntüyü biraz olsun hafifletme amacı, ya da Türk insanını teselli etme veya onu oyalama niyetleri yatmaktadır. Kerâmet olayının üzerindeki sır perdesine ilişkin gerçeklerden bazıları işte budur.

KERÂMET İNANCINA ÖNEM VEREN KİŞİ VE TOPLULUKLARIN EĞİTİM, İNANÇ VE ZİHNİYET DURUMLARI

Bugün, Müslümanım, diyen milyonlarca insanın, ne büyük bir düşünce kaosunun girdabında bocaladığını anlayabilmek için İslâm toplumunun 1500 yıl önceki ilk üç kuşağının yaşam biçimine, anlayışına ve başarılarına bakmak yeterlidir. Bu üç kuşaktan birincisinin döneminde Kur'ân-ı Kerim'den başka bir tek kitap bile yoktu. Üçüncü kuşak döneminde İslâm vatanının her yeri kitap ve kütüphanelerle donandı. Kırk yıl içinde hiç yoktan bir imparatorluk kuruldu. Pasifik kıyılarından Hindistan ortalarına kadar iki kıtanın büyük bir kısmı üzerinde ilim, sanat ve düşünce, daha evvel tarihin tanık olmadığı en güzel meyvelerini vermeye başladı ve hızla yayıldı. Üçüncü kuşak arasında yaşayan, Hz. Peygamber'in torunlarından Cafer-i Sadık'ın kudretli bir ilim adamı ve ünlü bir kimyager olduğuna burada sadece işaret etmek bu dönemi özetlemeye yeter. Eski çağın karanlıkları böylece yırtılmış oldu.

İşte bu dönemde İslâm vatanı üzerinde Allah'a ortak koşan «Müslüman» da yoktu. İslâm'ın mensupları, Müslüman değil, mu'min ve muslim olarak kimliklerini açıklıyorlardı. Bu dönemde tasavvuf da yoktu. İnsanlar; mevlit, kandil, tekke, türbe, tarikat, rabıta, Khatm-İ khuwajegân, hu çekme, ayin, sema, ney çalma ve mistik raks diye hiç bir şey bilmiyorlardı. Bu döneme ait yazılı literatürde böyle şeylere rastlamak mümkün değildir. böylece Ortaçağ, İslâm'ın aydınlattığı ışıklı bir dönem olarak tarihe geçti.

Bu aydınlık o kadar parlak, o kadar çarpıcı ve o kadar kıskandırıcıdır ki 1200 yıl sonra bu gerçeği tarihin penceresinden gizli gizli seyredip dayanamayan Laikler, Sabetaistler ve Irkçılar İslâm'ı bir terör dini olarak damgalamak ve Müslümanlığın yoğun propagandasını yapmak suretiyle rahatlamaya çalışmaktadırlar. İşte günümüz Türkiyesinde zihniyetin özeti budur.

Devletin, İslâm'ı daima bir irtica tehlikesi olarak gördüğü, toplumun genelinin ise onu «Arap dini» olarak algıladığı bir ülkede, kerâmet kavramına hangi anlamların yüklenebileceğini tahmin etmek güç değildir. Çünkü bu zihniyetin evrensel gerçeklere karşı daima tepkili olacağı ortadadır. Eğer ehil araştırmacı sosyologlar özgür olsalardı Türkiye'deki hurafe sektörünün nasıl faaliyet gösterdiğini büyük ihtimalle ortaya çıkaracaklardı. Ne yazık ki günümüzde bu mümkün değil. Ancak mistik çevrelerin bizzat itiraflarının birer kesin belgesi olan kitap ve ansiklopedilerinden, biraz sonra aktaracağımız örnekler -yetersiz de olsa- bu konuda az çok bir fikir verecektir.

KERÂMET TÜRLERİ VE KERÂMET ÖYKÜLERİNDEN ÖRNEKLER.

Türkiye toplumunun kerâmet anlayışını, olağanüstülük inancı belirlemektedir. Peki olağanüstülük nedir ve hakikaten olağanüstü bir olay var mıdır? Bu sorulara yanıt aramadan önce şu gerçeğin altını çizmemiz gerekir; Kültür yoksulluğu yüzünden bugün değil sıradan kalabalıklar, matematik ve fizik kürsülerinde ders veren akademisyenler bile olağanlık ile olağanüstülük kavramları üzerine tek kelime konuşmaktan çekinmektedirler. Çok tuhaftır ki; tarikat çevrelerine «hurafeci» olarak bakan, onları aşağılayan ve her münasebette «hurafeye karşı olduklarını» (?) -örtülü de olsa- ifade etmeye çalışan laik, ateist ve solcu akademisyenler bile bu konu üzerinde durmaktan kaçınmaktadırlar. Oysa olağanüstü diye bir şeyin kâinatta cereyan ettiğini görmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bunu, 1500 yıl önce yüksek sesle ilân etmiştir.[6] Dolayısıyla olağanüstü gibi gözüken her şeyin, -bilinsin veya bilinmesin- mutlak surette nedeni ya da nedenleri ve bir açıklaması vardır.

Tarikatçıları hararetle destekleyen Sünni Türk mollaları, oldukça pişkin bir dil kullanarak mitolojik kerâmeti meşrulaştırmak için onu şöyle tanımlıyorlar;

«Kerâmet, tasavvufa göre; Allah'ın veli kullarına, ermişlere verdiği olağanüstü güçtür»:

Bu spekülatif ifade içinde kültür fukaralarını ürkütecek hiç bir sivrilik yoktur. Çünkü kültür yoksulu insan, -isterse çuvallar dolusu kitap okumuş olsun-, ne velinin Kur'ân-ı Kerim'e göre tanımını bilir; ne «ermişlik» kavramının asla İslâm'a ait olmadığından haberi vardır, ne de olağanüstülük hakkında herhangi bir bilgiye sahiptir... Üstelik tasavvufa, İslâm'ın bir kurumu olarak inanmak, zaten 1000 yıldır bu toplumun vicdanını işgal etmektedir.

Ermişlik inancı, hiç şüphesiz 1000 yıl önce Müslümanlaşan Budist Türklerin miras bıraktığı bir inanıştır. Bu inanış, Hz. Peygamber'in değil, tabiri caizse Budha'nın sünnetidir.[7] İslâm'la hiç bir ilişkisi yoktur. Türk inanışlarındaki mitolojik «veli» ya da «evliya» tipi ile mitolojik kerâmet öykülerinin tamamı ilhamını bu kavramdan almaktadır. Bu inanıştan yola çıkan mistik mollaların izahlarına göre; «Kerâmet, sufiler tarafından ikiye ayrılmıştır; Kevnî kerâmet, hakiki kerâmet». Bu ilginç taksimin İslâmî bir izlenim uyandırabilmesi için, sözcükler; «Kerâmet-i Kevnî» ve «Kerâmet-i hakiki» şeklinde Arapça'ya uygun hale getirilmiş, ancak dil kuralları bakımından başarısız bir örnek verilmiştir. Çünkü kerâmet kelimesi müennestir (dişildir), dolayısıyla; «Kerâmet-i Kevniyye» ve «Kerâmet-i hakikiyye» olarak bu yakıştırmanın düzenlenmesi gerekirdi.

Görüldüğü üzere kerâmeti mutlaka İslâm'ın bir yerine oturtabilmek için, canhıraş gayretler sarfeden mollalar, bu kadar basit bir kerâmeti bile gösterememişlerdir (!)

Kerâmet inanışını bir gerçek olarak ciddiye almayan, aksine kerâmet öykülerini magazin olarak algılayan bir Türk araştırmacısı, bu öyküleri Türk folkloru kapsamında ele almış ve şu örnekleri vermiştir:

1) Kişi veya topluluğu tehlikeli bir durumdan kurtarma,
2) Masumları Kurtarma,
3) Hayvanlarla konuşma,
4) Cansız varlıkları buyruğuna alabilme,
5) Başka bir varlığa dönüşme,
6) Maddeleri dönüştürebilme,
7) Uzaktaki olayları görebilme,
8) Öte dünyadan görüntü verebilme,
9) Ölülerle haberleşme,
10) Peygamberlerle buluşma,
11) Ölümden sonra vücudunu koruyabilme,
12) Kendi Ecelini önceden bilme...

Filozof ruhlu bazı yazarlara göre ise kerâmet bir zihinsel yetenektir. Bu yeteneğin merkezi ise beyindir ve herkeste bulunmaktadır. Ancak belli meditativ egzersizlerin uzun süre tekrarıyla beyinin bazı merkezlerinde açılımlar meydana gelir. Bunun sonucu olarak kişi, eşya ve olayları farklı algılama aşamasına geçer. Dğrusu, insan beyninin büyük sırlar taşıdığını, ancak bunlardan henüz çok azının keşfedilebildiğini söyleyebiliriz Beyinsel yeteneğini kullanabilecek bilgi birikimine ve köklü deneyimlere sahip kimselerin, insanı hayretler içinde bırakacak gösterilerde bulunabileceğine büyük ihtimal vermek gerekir. Ancak bu konunun mitolojik kerâmetle hiç bir ilişkisi yoktur. Beyin gücü ile gerçekleştirilen ve olağanüstü gibi gözüken esrarengiz olayların sihir ve illüzyonla da herhangi bir alakası yoktur.

Bu müthiş olayların kaynağı esasen insan beynidir. Ancak kesinlikle ifade etmek gerekir ki; bugün insanoğlunun bilim ve teknolojide kaydettiği başdöndürücü açılımlara rağmen onun kendi beyninin faaliyetleri hakkındaki bilgisi henüz oldukça sınırlı  ve hatta ilkeldir. Dünyanın hemen her yerinde, her dinden ve her meşrepten insanları vahiyden ve ilimden uzaklaştıran, onları üfürükçülere, sihirbazlara, büyücülere, falcılara, kâhinlere, rahiplere ve tarikat şeyhlerine yönlendiren sebep işte bu konudaki bilgisizlikten ve ilkellikten kaynaklanmaktadır.

Zihin biliminin (yani Danetik ilminin), halâ esrarını koruyor olması, insanlık için büyük bir talihsizliktir. Çünkü durum böyle sürdükçe, kerâmetçilik, evliyacılık, kehanet, duygu sömürüsü, ve mistik komisyonculuk faaliyetleri en uygar ve en kalkınmış ülkelerde bile bütün hızıyla devam edecektir. Mafyalaşmış tarikat örgütleri bu yüzden büyük çıkar sağlayacaklardır.

uzmanlar, zihin biliminin, saygın bilimler arasında hak ettiği yeri alabilmesi için onun, deneysel kesinlik bakımından fizik ve kimya ile aynı düzeyde olması gerektiğini savunmaktadırlar. Eğer bu konudaki istek ve temenniler birgün gerçekleşecek olursa –ki olması ihtimali çok büyüktür- işte o gün mitolojik kerâmetçilik sektörü iflas edecektir.

Bilgisizliğin, bir faciaya dönüştüğü Türkiye'de kerâmetçilik, mistik faaliyetlerin bir propaganda aracı olarak oldukça yaygındır. Bu aracı çarpıcı hale getiren kerâmet üretme ekipleri bile vardır. Bunlar ilişki kurdukları kimselerin evlerine giderek «dinî sohbet» adı altında düzenledikleri ayin ve toplantılarla mürit çoğaltmaya çalışırlar. Adına propaganda yaptıkları şeyhin genelde «Gavs», (yani dünyadaki bütün evliyaların başbuğu) olduğunu ileri sürerler. Ona mal ettikleri kerâmet öyküleri çok ilginçtir. En yaygın olan kerâmet ise: «Yolda benzini biten otomobilin, şeyh efendi tarafından kutsanan bir bidon su ile yeniden çalıştırıldığı»na ilişkin meşhur hikâyedir!

Bu kerâmetlerden yine yaygın olan uygulamalı bir örneği de şöyle yaşanır; (ancak bu kerâmet istisnasız köylerde ve pek gelişmemiş kasabalarda tertiplenir. Nedeni ise hikâdeden anlaşılacaktır).

Köydeki tekkeye mürit adayı olarak ikna edilip götürülmüş misafir kişi, (ortama alıştırma ve ısındırma amacıyla) birkaç mürit eşliğinde ve sıcak bir ev sahipliği havası içinde, köyün dış alanlarında gezdirilirken bir bahçe duvarının dibinde sohbet için oturulur. O sırada «Şeyh Efendi Hazretleri»'nin bir elçisi telâş içinde gelip, onlara, «Efendi Hazretlerinin, huzuruna acilen çağrıldıklarını» söyler. Hep birlikte hemen kalkıp giderler. Bir saat kadar zaman geçtikten sonra onların, dibinde oturdukları duvarın yıkıldığı haberi tekkeye ulaşır. Bir mürit kalabalığı, misafiri de alarak olay yerine giderler. Başta figüranlar olmak üzere herkes şaşkınlık içindedir. Ekip rolünü başarıyla yerine getirmiş, senaryo sona ermiştir. Mürit adayları, hemen «inabe guslü»nü alırlar ve büyük bir aşkla tarikat kervanına katılırlar. O günden sonra artık (şayet Allah'ın hidayetine birgün ermek onlara nasip olursa) akıllarını başlarına devşirinceye kadar katıldıkları kervanın içinde mürit olarak kalırlar.

Kerâmetlerin tümü bu çeşit şarlatanlık örneklerinden elbette ki ibaret değildir. entelektüel düzeyleri yüksek şeyhler, alternatif tıp tekniklerinden ve psikanalizden yararlanarak bilgileri sınırlı insanlara olağanüstü gibi gelen gösteriler sergilemek suretiyle de propagandalarını sürdürmeye çalışmışlardır.

Vaktiyle ünlenmiş ve tasavvuf literatürüne geçmiş «evliyalar» için üretilen kerâmetlerin hemen tamamı ise ilginç efsanelerden oluşmaktadır. Bu efsanelerin anlatımında ise bilgi, iman, adalet, insaf ve mantıktan nasibi olan her insanı ürkütecek karanlık bir üslup, akıl nimetini ayaklar altına alan yanıltıcı tabirler ve gerçekleri ters yüz etmede sınır tanımayan bir dil kullanılmıştır.

Bu efsanelerden, (M. 1403-1490) yılları arasında yaşadığı ileri sürülen Ubeydullah-ı Ahrâr adındaki Nakşibendi şeyhi hakkında kurgulanan yaşam hikâyesidir. Son yıllarda, Türkiye'de çok geniş bir çevreyi etkisi altına alan şoven bir Nakşibendi grubuna ait bir «ansiklopedi»den alıntılanan bu ilginç hikâye yorumsuz olarak aynen şöyledir.

«Evliyanın büyüklerinden. İnsanların İ'tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" denilen İslâm âlimlerinin onsekizincisidir».

Kültürsüz dindar okuyucuyu veya dinleyiciyi daha baştan bir çeşit hipnoza maruz bırakmak için hikâyenin başına yerleştirilen bu spekülatif paragraf dikkat çekicidir. Kullanılan dil, -alıntının bundan sonraki bölümlerinde efsanenin gerçekmiş gibi algılanabilmesi için- tertiplenmiş tam bir falsifikasyon örneğidir. 

Alıntının bundan sonraki hemen her satırında, imanın ve aklın şerefini incitecek bir cüret sergilenmiştir. Biyografisi diye sözü edilen şahsın adı bile «Ubeydüllah» şeklinde yanlış yazılmıştır. Zor sayılabilecek İmlâ ve noktalama yanlışlarına dokunulmadan aktarılan satırlar aynen şöyle devam etmektedir:

«Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri doğduğunda kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifâstan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Daha çocuk iken yüzünde öyle bir nûr parlardı ki görenler hayran kalıp ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikir ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn âlim ve evliyâ bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydüllah-i Ahrâr'ı da görmek isteyip babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. O yanına getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak Ubeydüllah-i Ahrâr'ı  kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çucuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutucak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itaat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir" daha birçok müjdeler verdikten sonra tekrar bağrına basıp sarılarak Ubeydüllah-i Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et" diyerek vasiyet etti. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hallere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu.»[8]

Aynı ansiklopedide, bu kişiye mal edilen ilginç bir kerâmet öyküsü da şöyle aktarılmaktadır:

«Mevlânâ-zâde Nizâmeddîn anlatır: Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeye başladım: "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok ; hâlimiz ne olacak?" Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiç bir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndürdüler ve, "Yoksa korkuyor musun? " diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşı­rız." buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka ya­kın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birden bire zifirî karanlıklar içinde kaldık.»[9]

1563-1624 yılları arasında yaşamış bir Hihtli Nakşibendî rûhânîsi olan ve tarikatçılar tarafından «İmam-ı Rabbânî» olarak ünlendirilen şahıs hakkındaki kerâmet öykülerinde de iman, akıl ve ahlâk sınırları hiçe sayılmıştır. Bu kişi için tertiplenen, ancak insanın hayâl ve havsalasını zorlayan kerâmet öyküleri, İslâm'ın İman kurumuna karşı büyük bir tehlike unsuru olarak ortadadır. Gerçek adı Ahmed Farûkî olan bu şahıs için sözü edilen «biyografi»de: «Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu söylenmiştir»[10] şeklinde şaşkınlık uyandıran bir ifade yer almaktadır. Hakkında yazılanlardan bazı bölümler şöyledir:

«Birgün İmam-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme halinde iken; "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim" nidasını duydu. Ve "bunu herkese söyle" diye kendilerine emrettiler.»[11]

Çelişkilerle dolu bu satırlarda en çok dikkati çeken husus; "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim" sözleriyle Allah'ın bu kişi ile konuştuğuna ilişkin iddiadır. Aşırı abartı hırsıyla bu düşük cümlede ve bu titrek sözlerle tekrar edilen «seni», «tevessül» ve «vesile» sözcükleri ise, kalemlerini böyle kullanarak mistik örgütleri yönlendiren tarikat propagandistlerinin ne derece ruhsal bozuklulklar içinde yüzdüklerini çok açık biçimde sergilemektedir.

Allah'ın, bu şahısla konuştuğu hakkında üretilmiş kerâmetler zinciri şöyle sürmektedir;

«"Cenaze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur" müjdesi ilham olundu»; «Mağfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azabın kaldırıldığı ilham edilirdi»; « İmam-ı Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: "senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir"». «Birgün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir (s.a.v). buyurdu ki: Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım. Gördüm ki o icâzetnâmenin metninde bu dünyaya ait büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyaya ait, çok inâyetler yazmışlardı. İmam-ı Rabbânî hazretleri bu hususu, "Mektûbât" ının üçüncü cild, 106'ıncı mektubunda uzun bildirmektedir. Rasulullâh (s.a.v), İmam-ı Rabbânî hazretlerine yârın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdisini verdi».[12] «İmam-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.»[13]

Bu örnekleri ibretle okuduktan sonra kerâmet üreticilerindeki paranoyanın hangi raddelere varabildiğini anlayabilmek için merak edenin özellikle şu hikâyeyi daha dikkatli izlemesi ders ve ibret bakımından yararlı olur.

«İmam-ı Rabbânî hazretleri, 1615 senesinde elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine, "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kazayi mübremin altmıştç sene olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tabi olmanın çokluğu yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hz. Ebûbekr'e, Hz. Ömer'e ve Hz. Ali'ye de uymuş oluyordu.»[14]

SONUÇ

Aslında Türk toplumunun gerçekleri bakımından bu öyküleri önemsemek ve dikkate almak gerekir. Tabiatıyla bu husus dirayetli ve ehil sosyologların işidir. Bu toplumda milyonlarca sempatizanı olan holdingleşmiş mistik örgütler tarafından, dinî yayın adı altında ciltler dolusu kitaplara tıkıştırılan bu ilginç hikâyelerin okunuyor ve bunlara inanılıyor olması, bu ülkede toplumun büyük kısmının, -tedavisi zor- marazî sıkıntılar içinde çırpındığını açıkça göstermektedir. Bu efsanelere yaygın biçimde inanılıyor olması, toplumda derin bir ıstırabı da haber vermektedir. Bu ıstırabın arkasındaki gerçekler, kapsamlı ilmî araştırmalara konu olabilecek öneme sahiptir. Şu varki, ilim adamları, henüz gerekli özgür ortamı bulamadıkları için buna cesaret edememektedirler!

Çok kısa da olsa bu ıstırabın temel nedenlerine dokunmakta -bu bakımdan- yarar vardır.

Bu ıstırabın geçmişi 1000 yıl öncesine dayanır. Türklerin İslâm'a girmesiyle yakından ilişkili olan bu sorunu kısa yoldan anlayabilmek için ünlü araştırmacı ilim adamı Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün «Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar» adlı kitabını çok iyi incelemek gerekir. Her kelimesi birçok hakikati ortaya çıkaran ve ibretlerle dolu olan bu eserin 21'inci sayfasında yazar aynen şunları kaydetmektedir: «Türkler İslâmiyet’in birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Mâverâünnehr’den geçerek geliyordu».

Peki yazarın «Acemler» dediği İranlıların inanışları acaba nasıl oluşmuştu ve onlara göre İslâm ne demekti? Prof. Köprülü, bunu da eserinin 15'inci sayfasında şöyle açıklamaktadır: «İrânîlik, Hz. Hüseyin Evlâdını Sâsânîlerin vâris ve tâkipçisi sayarak, "Ehl-i Beyt'in hukûkunu müdâfaa" perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini –Zerdüş akîdelerini İslâm kisvesi altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi».

Prof. Köprülü Türktür, kudretli bir ilim adamıdır ve Türkiye'deki ilim çevrelerinde Onun Türklere iftira etmediği ve etmeyeceği kanaati egemendir. Bu kanaatten yola çıkarak ondan nakledilen satırlara bir kez daha dönecek olursak; bu zat tarafından aynı eserin 15'inci ve 21'inci sayfalarına yazılan bu iki paragraf arasındaki ilişkinin çok dikkat çekici olduğunu görürüz. Köprülü'ye göre eğer Türkler; «İslâmiyet’in birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldı» iseler; Acemler de eğer; «Hz. Hüseyin Evlâdını Sâsânîlerin vâris ve tâkipçisi sayarak, "Ehl-i Beyt'in hukûkunu müdâfaa" perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini –Zerdüş akîdelerini İslâm kisvesi altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi» İseler, burada artık hiç bir yoruma gerek kalmamaktadır.

İlimle, kanıtla ve belge ile hareket ettiğiniz zaman taşlar işte böyle kendiliğinden yanyana gelebilmekte ve gerçekler net bir şekilde ortaya çıkabilmektedir.

Demek ki Türkler, her ne kadar kendilerini «Sünnîlik» adı altında dinsel bir gruba dahil ediyor iseler de bu toplumun sünniliğinin temelinde şiilikten kalma birçok inanışın etkileri mevcuttur. Bunlardan biri de «teomorfist» inanışlardır. Nitekim Türkiye'de iman ve vicdan konularında, ciddi alan araştırmaları yapılacak olursa (ki buna asla izin verilmemektedir!), halkın «çok tanrılı müslüman» bir toplum olduğu ortaya çıkacaktır. Bunda, İran Şiiliğinin ve Şiilikten mayalanan Horasan Sufîliğinin büyük etkisi vardır. Şiilikte nasıl ki Ehl-i Beyt'ten 12 imam, birer tanrı olarak kabul edilmekte ise, Türk müslümanlığında da evliyalara birer tanrı olarak inanılmaktadır. Tabiatıyla Türklerin bu inanışı, ta bin yıl önce şekillenmeye başlamıştır. Ancak bunun çok daha öncelere ait tarihsel ve dinsel ananelere bağlı çeşitli nedenleri vardır.

Türkler, kendilerini İslâm'ın çağrıları karşısında buldukları daha ilk günlerde ciddi bir tercih yapmışlardır. Bu tercih ile, -Kur'an'daki İslâm yerine, onu da çağrıştıran-, «Müslümanlık» adı altında hemen hemen bağımsız denebilecek bir din kurmaya başlamışlardır. Bunun nedeni Arap milletinin potasında erimeme kaygısıdır. Bu kaygı tarih boyunca günümüze kadar devam etmiştir. Ancak son 80 yıldır. Milliyetçiliğin bu coğrafyada gittikçe sertleşmesiyle birlikte «Türk Müslümanlığı» da İslâm'a karşı sertleşmiştir. «Türk Müslümanlığı»'nın İslâm'a karşı direnişinin temelinde şu gerçekleri saptamak hiç de zor değildir.

«Beşbin yıldır devlet kurma geleneğine sahip bir millet olan Türklerin, Araplara ait bir dine kayıtsız şartsız girmesi mümkün değildir. Bu, onun ruhundaki bağımsızlık anlayışının kaçınılmaz gereğidir. Her Türk önce Türktür, ondan sonra isterse, herhangi bir dinin mensubudur».

Günümüzde her Türk insanı, bu gerçeği yüksek sesle dillendirmeyebilir. Ancak her milliyetçi Türkün, İslâm karşısındaki tutumunu belirleyen anlayış kesinlikle budur.

Şunu da çok kati olarak ifade etmek gerekir ki; küçük bir azınlık da olsa, bugün Türkiye'de mü'min bir topluluk yaşamaktadır. Bunlar, elbette ki Allah'ın birliği ve Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü inancına samimiyetle bağlıdırlar.

Müslüman Türkün, İslâmdan kaynaklanan ıstırabının temelindeki nedenlerden biri de kendi dilinden kaynaklanmaktadır. Türkçe'yi bir bilim dili haline getirememiş olmak, Türkleri elli yıl öncesine kadar Arapça'nın derin etkisi altında bırakmış, 1000 yıl kadar bu milleti Arap alfabesini kullanmaya mecbur etmiştir. Milliyetçi akımın hızlandığı son 80 yıl boyunca bu toplum İslâm ve Arapça'dan kurtulmanın çarelerini büyük bir telaş içinde aramaya koyulmuştur. Ancak tek çare şimdilik, Ölmüş Türk büyüklerinden tanrılar yaratmak suretiyle bir teselli ve geçiş dönemi hazırlamaktır. Son yıllarda kerâmetçiliğe, hikâyeciliğe ve destancılığa verilen önemin nedeni işte budur.





[1] El-Ahzab/62; El-Feth/23; Fatır/43
[2]  فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناً وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِندَهَا رِزْقاً قَالَ يَا مَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا، قَالَتْ هُوَ مِنْ عِندِ اللهِ، إنًّ اللهَ يَرْزُقُ مَن يَشَآءُ بِغَيْرِ حِسَاب.

[3] قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَن يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ * قَالَ عِفْرِيتٌ مِّن الْجِنِّ أَنَاْ آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن تَقُومَ مِن مَّقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ * قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَاْ آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ، فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرّاً عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيم.

[4] فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَداً * ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُواْ أَمَدًا.

[5] عَنْ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ خَرَجَ ثَلاَثَةُ نَفَرٍ يَمْشُونَ فَأَصَابَهُمْ الْمَطَرُ فَدَخَلُوا فِي غَارٍ فِي جَبَلٍ فَانْحَطَّتْ عَلَيْهِمْ صَخْرَةٌ قَالَ فَقَالَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ادْعُوا اللهَ بِأَفْضَلِ عَمَلٍ عَمِلْتُمُوهُ فَقَالَ أَحَدُهُمْ اللَّهُمَّ إِنِّي كَانَ لِي أَبَوَانِ شَيْخَانِ كَبِيرَانِ فَكُنْتُ أَخْرُجُ فَأَرْعَى ثُمَّ أَجِيءُ فَأَحْلُبُ فَأَجِيءُ بِالْحِلاَبِ فَآتِي بِهِ أَبَوَيَّ فَيَشْرَبَانِ ثُمَّ أَسْقِي الصِّبْيَةَ وَأَهْلِي وَامْرَأَتِي فَاحْتَبَسْتُ لَيْلَةً فَجِئْتُ فَإِذَا هُمَا نَائِمَانِ قَالَ فَكَرِهْتُ أَنْ أُوقِظَهُمَا وَالصِّبْيَةُ يَتَضَاغَوْنَ عِنْدَ رِجْلَيَّ فَلَمْ يَزَلْ ذَلِكَ دَأْبِي وَدَأْبَهُمَا حَتَّى طَلَعَ الْفَجْرُ اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنِّي فَعَلْتُ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَافْرُجْ عَنَّا فُرْجَةً نَرَى مِنْهَا السَّمَاءَ قَالَ فَفُرِجَ عَنْهُمْ وَقَالَ الآخَرُ اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنِّي كُنْتُ أُحِبُّ امْرَأَةً مِنْ بَنَاتِ عَمِّي كَأَشَدِّ مَا يُحِبُّ الرَّجُلُ النِّسَاءَ فَقَالَتْ لاَ تَنَالُ ذَلِكَ مِنْهَا حَتَّى تُعْطِيَهَا مِائَةَ دِينَارٍ فَسَعَيْتُ فِيهَا حَتَّى جَمَعْتُهَا فَلَمَّا قَعَدْتُ بَيْنَ رِجْلَيْهَا قَالَتْ اتَّقِ اللهَ وَلاَ تَفُضَّ الْخَاتَمَ إِلاَّ بِحَقِّهِ فَقُمْتُ وَتَرَكْتُهَا فَإِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنِّي فَعَلْتُ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَافْرُجْ عَنَّا فُرْجَةً قَالَ فَفَرَجَ عَنْهُمْ الثُّلُثَيْنِ وَقَالَ الآخَرُ اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنِّي اسْتَأْجَرْتُ أَجِيرًا بِفَرَقٍ مِنْ ذُرَةٍ فَأَعْطَيْتُهُ وَأَبَى ذَاكَ أَنْ يَأْخُذَ فَعَمَدْتُ إِلَى ذَلِكَ الْفَرَقِ فَزَرَعْتُهُ حَتَّى اشْتَرَيْتُ مِنْهُ بَقَرًا وَرَاعِيهَا ثُمَّ جَاءَ فَقَالَ يَا عَبْدَ اللهِ أَعْطِنِي حَقِّي فَقُلْتُ انْطَلِقْ إِلَى تِلْكَ الْبَقَرِ وَرَاعِيهَا فَإِنَّهَا لَكَ فَقَالَ أَتَسْتَهْزِئُ بِي قَالَ فَقُلْتُ مَا أَسْتَهْزِئُ بِكَ وَلَكِنَّهَا لَكَ اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنِّي فَعَلْتُ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَافْرُجْ عَنَّا فَكُشِفَ عَنْهُمْ. (البخاري/2063)
[6] سُنَّةَ اللهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلُ وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللهِ تَبْدِيلاً. (الأحزاب/62؛ الفتح/23).
Allah'ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.
فَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللهِ تَبْدِيلاً وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللهِ تَحْوِيلاً. (فاطر/43).
Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah'ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.
وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُواْ عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا * إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَباً * فَأَتْبَعَ سَبَباً. (الكهف/83-85).
(Resûlüm!) Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik. Derken o bir sebebi izledi.  

[7] عَنْ ابْنِ عُمَرَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ. عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بُعِثْتُ بِالسَّيْفِ حَتَّى يُعْبَدَ اللَّهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَجُعِلَ رِزْقِي تَحْتَ ظِلِّ رُمْحِي وَجُعِلَ الذِّلَّةُ وَالصَّغَارُ عَلَى مَنْ خَالَفَ أَمْرِي وَمَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ.


[8] İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/13, Sayfa/108

[9]  İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/13, Sayfa/118
[10] İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/15, Sayfa/326
[11] İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/15, Sayfa/336
[12] İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/15, Sayfa/336-337
[13] İslâm Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/15, Sayfa/337

[14] Alimleri Ansiklopedisi, Cilt/15, Sayfa/364