Kerâmet, özellikle Türkiye'de halk tarafindan kısaca «Allah dostu velilerin
gösterdiği olağanüstü hadise» olarak tanımlanmaktadır. Kerâmet
hakkındaki çeşitli birçok tarif ve açıklamaların özeti aşağı yukarı budur.
Mistik
gruplar arasında gerek sözlü olarak sıkça anlatılan, gerekse bu gruplara
mensup; şeyh, halife, hoca ilâhiyatçı ve dinadamı gibi çeşitli sıfatlar altında
kalem kullanan kimselerin yazılı olarak işlediği kerâmet öykülerinin tümü,
böyle bir tanımdan ilhamını almaktadır.
Tasavvuf konusunda
yazılmış eski kitaplardan biri olan Kuşeyrî (öl. M. 1072)'nin, risalesinde de
kerâmetten söz edildiğine göre, bu
kavramın İslâm dünyasında tasavvufla birlikte ve onun bir parçası olarak varlık
gösterdiğini söyleyebiliriz.
Kerâmet
sözcüğü Arapçadır. Ancak –sözlük olarak- «olağanüstü hadise»
anlamını taşımamaktadır. Kerâmet, üstün değer, şeref, yücelik ve ikram
anlamlarına gelmektedir. Bu kelimeye «olağanüstü» diye bir anlam
yüklenmiş olması, dolaylı, isabetsiz ve spekülatiftir. Nitekim kerâmet tabiri
henüz kullanılmadan önce «Makhraq» kelimesi kullanılırdı ki «olağanüstü»
anlamına gelen, aslında bu kelimedir, çoğulu: «Mekhâriq»'tir.
Nitekim Hallac-ı Mansur (M. 857-918) hakkında Eski arap tarihlerinde
nakledilen olayların anlatımı içinde kerâmet yerine «Makhraq» ve «Mekhâriq»
kelimeleri geçmektedir. Bu tabir daha sonraları «kerâmet»
kelimesiyle yer değiştirmiştir. Bu, tür değişimler İslâm kültür erozyonunun
birer parçası ve güçlü kanıtıdır. Bu aşınma, milâdî 900 yıllarından günümüze
kadar değişik periyot ve hızlarla devam etmiştir.
Kerâmetle
anlatılmak istenen ve amaçlanan şeyler, -bazı doğruların birçok yanlışla
yoğrularak ve yüzyılların akışı içinde gittikçe zenginleştirilerek-
günümüze ulaştırılmış bir müslümanlık mitolojisidir. İslâm tarihinin yaklaşık
ilk 200 yılı hariç, ondan sonra günümüze kadar tasavvuf ile olağanüstülük
arasında ısrarla ilişki kurulmuş olması, kerâmet kavramının, ister istemez bu
akımın bir parçası olarak değerlendirilmesini adeta zorunlu hale getirmiştir.
Dolayısıyla kerâmet kavramı ile İslâm arasında doğrudan bağ kurmak mümkün
değildir. Çünkü İslâm'da mitolojinin yeri yoktur. İslâm; Sünnetullah
ile işleyen evrensel bir inanışlar silsilesi, vahye dayalı bir yaşam ve yönetim
biçimidir. Tam tersine kerâmet ile müslümanlık arasında, -daha doğrusu-
kerâmet ile tasavvuf arasında ilişki aramak gerekir ki zaten kerâmet tasavvufun
organik bir parçasıdır. Kerâmetin İslâm'la herhangi bir şekilde
ilişkilendirilemeyeceği noktası, bu kavramın tanımından ve ona yüklenmiş olan
anlamdan rahatça anlaşılmaktadır. Çünkü kerâmetin bütün tanım ve örneklerinde
olağanüstülükler ısrarla kişiye mal edilmiştir. Oysa olağanüstü gibi gözüken
bütün hadiselerin gerçek yöneticisi ve yönlendiricisi İslâm'a göre Allah'tan
başkası olamaz.
İslâm
dünyasında, 1500 yıllık tarihin akışı boyunca, çeşitli nedenlerle tevhid
konusunda maydana gelmiş olan sapmaların kapsamı içinde bu farkı değerlendirmek
gerekir. O zaman çok daha bilimsel ve çok daha doğru sonuçlar elde etmek mümkün
hale gelebilir. Aksine kerâmet kavramını, -bilimsel araştırma ve tetkik
yöntemleri dışında ve duygusal eğilimlerle işlemek-, bu konularda yaygın
olan mevcut yanlışları daha karmaşık hale getirir.
Kerâmet
kavramının incelenmesi ve değerlendirilmesi çok önemli bir konudur. Çünkü -henüz
büyük ölçüde gizliliğini koruyan- tasavvuf felsefesinin, mistik akımların
ve tarikat faaliyetlerinin tam anlamıyla deşifre edilebilmesi bu kavramın
aydınlatılmasıyla daha kolaylaşacaktır. Bu konuda gerekli olan ilk şey,
çalışmanın yöntemini belirlemektir. Ondan sonra konuyu ilgilendiren ara
başlıkların saptanması ve bunların, incelemeye altyapı oluşturacak bir anlatım
disiplini içinde sıralanması şarttır. İşte böyle bir altyapı üzerinde ancak
kerâmet anlayışı, -kaynakları ve kanıtları desteğinde- işlenebilir.
Üzüntü ile
belirtmek gerekir ki, kerâmet konusu, -Türkiye'deki düşünce ve inanç
kargaşası içinde- henüz bilimsel bir dil ve yöntemle ele alınmamıştır. Bu
konu halâ mistik grupların yığınlarca menkabe kitaplarında masal niteliğinde
sunulmaktadır. Bu sorun, İslâm ile Müslümanlığın karşılaştırılması kapsamında
ve tasavvufun bütünlüğü içinde ancak ele alınabilir. Ne yazık ki böyle
sistematik bir yöntemle kerâmet konusu günümüze kadar hiç bir bilim adamı
tarafından irdelenmemiştir. Yüzyıllardır, menkıbe (ya da menkabe) olarak
işlenen tasavvuf mitolojisinin –Türkiye halkları arasında- çok yaygın
biçimde bir iman kurumu haline gelmiş olması böyle bir çalışmayı engellemiştir.
Toplum bu mitolojiye büyük önem verdiği için; - kerâmet kavramı eğer
tasavvufî değil de İslâmî bir yaklaşımla ele alınacak olursa- büyük
tepkilere neden olur çekincesiyle bilim adamları konuyu işlemeye cesaret
edememiş olabilirler! Hal böyle olunca da kerâmet konusu günümüze kadar şeyh,
hoca, dinadamı ve ilâhiyatçı olarak bilinen yarı okumuş zümrenin insafına terk
edilmiştir.
Kerâmet
kavramının normalde dört ara başlık altında incelenmesi gerekir. Bunları şöyle
sıralamak mümkündür:
1) Kerâmetin
çağrıştırdığı önemli kavramlar,
2) Kerâmetin
İslâm'la ilişkilendirilmesindeki nedenler ve bunun gerçeği ne kadar yansıttığı,
3) Kerâmet
inancına önem veren kişi ve toplulukların eğitim, inanç ve zihniyet durumları,
4)
Nakledilen kerâmet türleri ve kerâmet öykülerinden örnekler.
Bunlara bir
sonuç bölümü daha eklenebilir ve bu başlıklar, incelemenin genel şartlarına,
belirlenen sınırlarına ve kapsamına göre artırılabilir. Bu konuda esas olan,
yöntembilim ilkelerine ve akademik dile bağlı kalmaktır. Konu -asla mistik
ve duygusal yaklaşımlarla değil-, mutlak surette bilimsel ve akılcı
kurallarla Kur'an ve Sünnetin ışığında açıklığa kavuşturulmalıdır.
Araştırmacılar
ve bilim adamları için bir ön bilgi olmak üzere kerâmet konusunu, -bundan
sonraki açıklamalarla ve biraz önce değinilen inceleme disiplinleri
çerçevesinde- özetlemek mümkündür.
KERÂMETİN
ÇAĞRIŞTIRDIĞI ÖNEMLİ KAVRAMLAR
Bunların
başlıcaları; «tasavvuf», «veli (evliya)», «türbe», «şeyh»
ve «seyr-ü sülûk»tur.
Doğrusu,
bunların her biri ayrı ayrı ve uzun bir araştırma konusudur. Yine büyük bir
üzüntü ile belirtmek gerekir ki; (Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak gibi
nadir ilimadamlarının eserleri hariç), Türkiye'de bu kavramların, bilimsel
ve akademik dille işlendiği bir tek çalışmaya rastlamak hemen hemen mümkün
değildir. Prof. Dr. İbrahim Sarmış hariç, bu kavramları şimdiye kadar
sözde akademik yöntemle ele almış İlâhiyatçıların tümü şu veya bu şekilde
tasavvufa bulaştıkları için, bu akımın etkisinden kurtulamamış, master ve
doktora tezlerinde bile oldukça duygusal ve gayri ilmî dil kullanmışlardır. Bu
yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri; Prof Dr. Süleyman Uludağ'ın «Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü»'dür. Örneğin bu zat, bakınız «kerâmet» kavramını
açıklarken aynen şu sözleri sarfetmektedirler.
«Kerâmet,
Hakkın velisine bir ikramıdır. Kerâmet
iki çeşittir: a) Manevi ve hakiki kerâmet (...), b) Kevnî ve sûrî
kerâmet ...». Bu sözler, adı geçen sözlükte tırnak
içine alınmadığından, yazarın bizzat kendi kanaat ve hükmü olarak
gözükmektedir. Oysa Kerâmet kelimesine böyle bir anlam yüklemek için ne
Kur'an-ı kerim'de ne de Sünnette açık bir delil vardır. Zaten kerâmet kelimesi
Kur'ân-ı Kerim'in hiç bir yerinde geçmemektedir. Bu kelime, hadis uzmanları
tarafından güvenilir kabul edilen 40 tane hadisin içinde geçiyor olmasına
rağmen ifade ettiği anlam, Türkiye'de yaygın mistik açıklamalara konu olan
kerâmet kavramından oldukça farklıdır. Kendini tasavvufa vermiş ilâhiyatçı
akademisyenlerin kerâmet kavramını İslâm bilim kuralları dışında kendi
heveslerine uygun biçimde izah etmeleri ise bu ülkede kültürel enformasyonun
geleceği bakamından düşündürücüdür.
Kerâmetle
doğrudan ilişkilendirilen beş önemli kavramdan tasavvuf, oldukça geniş bir
konudur. Tasavvufla ilgili yüzlerce kitap yazılmış, bu kavram, onlarca farklı
ve aykırı tanım içinde açıklamaya çalışılmıştır. Kerâmet olarak inanılan her
olay, (Türkiye'li Müslüman tarafından) mutlak surette mistik yaşam
biçimi ile ilişkilendirilir. Genel yaklaşım budur. Kerâmeti tasavvufla
ilişkilendirmeyen, onu tasavvufi yaşamın bir sonucu, tasavvufi bir eğitimin
başarısı olarak görmeyen bir tek insana bile bu ülkede rastlamak hemen hemen
mümkün değildir. Tasavvuf kelimesinin gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse binlerce
hadis içinde bir kez bile geçmediğine bakılcak olursa bu iki kavrama Türkiye'de
verilen olağanüstü önemin nedenlerini merak etmemek elde değildir!
Türkiyeli
Müslüman kişi, kerâmet sahibi olduğuna inandığı kimseyi fizik olarak; «ak
sakallı, cübbeli, nur yüzlü, heybetli ancak sevecen ve düşünceli» bir tip
olarak hayâl eder. Bu, Türkiyeli insanın zihnine ve vicdanına kazınmış –şamanlık
ve Budizm dönemlerinden kalma- standart bir evliya tipidir. Çünkü Türkiyeli insanın ruhunda şeklin ve
biçimin çok büyük önemi vardır. Örneğin; iri bir cüsse, bir cenaze alayı, bir
kortej, kocaman bir heykel, mehter takımının geçit resmi ya da çevresi
tarafından heybetle karşılanan kişi, (kanlı bir diktatör, hatta bir mafya
babası bile olsa) manevi değere sahip, gizemli ve saygındır.
Biraz okumuş
Türkiyeli Müslümanın ise evliya tipi hakkındaki tasavvuru bundan farklı
olmamakla beraber o, tasavvuf terminolojisini kullanarak velinin kişiliğini
daha dakik ve daha muntazam bir ifade ile açıklamaya çalışır ki bu iki bakış
arasında esasen tam bir paralellik vardır. Buradaki tek fark; birinin avamca,
öbürünün ise kültürlü bir insanın bakışı olarak ortaya çıkmasıdır. Nitekim bu
her iki yaklaşımda da amaçlanan evliya kişi; –İslâm'ın deklare ettiği ve
öncelediği- iman, amel, zühd, takva, hayat ve cihad adamı değil; kelimenin
tam anlamıyla, tasavvuf, tekke ve çile adamıdır. Bu kişi, genelde bir tarikat
şeyhidir, bazen de bir meczuptur. Nitekim Türkiye'de kerâmetle ünlenmiş
tiplerin hemen tamamı tarikat şeyhleridir. Tasavvufla meşgul olan müslümanların
zihninde bu tip insan, bir «mürşid-i kâmil»dir. «Vaktiyle seyr-ü
sülûk denilen tasavvufî bir yolculuğa çıkmış ve sonunda kemâle ererek kerâmet
sahibi olmuştur.»
Türkiyeli
Müslüman insanın tasavvurunda kerâmet, işte böyle bir ilgiyle sırf tasavvufun
semeresi olarak kabul
edilir. Bunu muntazam bir dille ifade edemez olsa bile kerâmet hakkındaki
düşüncesinin özü budur. Dolayısıyla tasavvufsuz ve kerâmetsiz evliyanın, Türk
Müslümanlığında yeri yoktur. Bu inanışa göre evliya denen insanüstü tipin
yetiştirilebilmesi ve tabiatıyla onun kerâmet gösterebilmesi için İslâm'a
rağmen, tasavvuf kurumunun devam ettirilmesi şarttır. Müslümanlığın İslâm'a
karşı direnişi işte buradan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte; Yunus
Sûresi'nin, 62-64. ayetlerinde evliyanın kesin nitelikleri gayet berrak bir
ifade ile açıklanmış olmasına rağmen, Türk evliyasının bu ayetlere göre değil,
Türk tasavvufuna göre nitelenmesi yine şarttır. Çünkü evliyanın Kur'ân-ı
kerim'de belirlenen nitelikleri Türk tasavvufuna göre eksiktir. Kur'an'a göre
bir kimsenin evliyadan sayılabilmesi için onun şu dört niteliğe sahip bulunuyor
olması yeterlidir;
1) Kur'ânı
Kerim'in verdiği bilgiler çerçevesinde Allah'a inanıyor olmak,
2) Allah
Tealâ'ya karşı saygılı olup O'nun emir ve yasaklarına harfiyyen uymak,
3) Geçmişe
ilişkin bir üzüntü taşımamak,
4)
Gelecekten korkmamak.
Türk
tasavvuf anlayışına göre ise evliya olmak için bu niteliklere sahip bulunmak ne
gereklidir, ne de yeterdir. Hatta bugün Türkiye'de bu dört niteliğe sahip her
kişinin Allah dostlarından bir veli olduğunu eğer insanlara söylemeyi göze alabilirseniz
mutlak surette gülünç karşılanır ve alaya alınırsınız! Bu ise dolaylı olarak
Kur'an-ı Kerim'in, bu ülkede yaşayan müslümanların çoğunluğu tarafından bir
bütün ve bağlayıcı olarak kabul
edilmediği gerçeğini ibretle ortaya koymaktadır.
Yeri
gelmişken hemen eklemek gerekir ki; İslâm ile Müslümanlığı karşılaştırırken,
buna benzer yüzlerce farkı saptamak ve bunları bir liste haline getirmek
mümkündür.
İslâm'ın tam
aksine ve İslâm'a rağmen, Türk tasavvuf anlayışına göre evliya kişinin şu
niteliklere sahip olması şarttır.
1) Ak
sakallı, cübbeli, nur yüzlü, heybetli ancak sevecen ve düşünceli olması,
2) Ölmüş
ise, üzerinde bir türbe bulunuyor olması; ya da mezarının özenle çevrilmiş ve
yeşile boyanmış olması; mezar taşında ve sandukası üzerinde (ne anlama
geldiği bilinmese de) birtakım «Eski Türkçe» yazıların bulunması,
3) Yatır
olarak tanınıyor olması,
4) Halk
tarafından saygı görüyor ve ziyaret ediliyor olması.
5)
Kerâmetlerine inanılıyor olması ve bu kerâmetlerden mutlaka birkaçı ile ünlü
bulunuyor olması.
Bu vasıflar,
yörelere göre çoğaltılabilir. Görüldüğü üzere, bu nitelikler arasında evliyanın
Allah'a inanması gibi bir şart bile bulunmamaktadır. Vurgulamak gerekir ki bu
vasıfların en önemlisi kerâmettir.
Türk
tasavvuf anlayışına göre bir kimsenin kerâmet sahibi olabilmesi için mutlak
surette onun evliya olması şarttır. Ancak evliya olabilmek için seyr-ü sülûk
denen özel ve mistik bir eğitimden geçmiş olmak gerekir. Bu eğitim şekline
tasavvuf terminolojisinde riyazet ve mücahede denir. Türk tasavvufçularına ait
kitaplarda bunun geniş açıklamaları bulunmaktadır.
KERÂMETİN
İSLÂM'LA İLİŞKİLENDİRİLMESİNDEKİ NEDENLER VE BUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Kur'ân-ı
Kerim hiç kuşkusuz, olağanüstü ve doğaüstü (gibi gözüken) hadiselere yer
vermektedir. Allah'ın iradesi ve emriyle bu olayların cereyan ettiğini
bildirmektedir. Ancak bu olayları, Türk tasavvuf düşüncesinde anlamlandırılan
kerâmet kavramıyla izah etmek mümkün değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de sözü edilen olağanüstü hadiseler, kerâmetle
anlatılmak istenen olaylardan farklıdırlar. Bu iki şey arasında hem kayak, hem character bakımından çok büyük ayrılıklar ve
aykırılıklar mevcuttur. Dolayısıyla bu iki şeyin örtüştüğünü ileri sürmek ilmî
dayanaktan yoksun bir iddia olur.
Menkabelerde
geçen öykülerden de çok açık şekilde anlaşıldığı üzere kerâmet kavramı, içerik
ve character olarak tamamen Şamanlık döneminden kalma «Ata ruhları Kültü»nün
devamıdır; ilhamını bir şirk dininden almaktadır. Türk cahiliyesinin çok açık
kalıntılarından biridir. Halkın gerek kerâmetten anladığı ve amaçladığı şeyler,
gerekse kerâmet sahibi olduğuna (bir yarı tanrı, hatta bazen tam bir tanrı
diye) inandığı kimseler hakkındaki kanat ve inançları ayrıntılı bir şekilde
bir araya getirildiğinde bu gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'deki olağanüstü hadiselerin, (daha doğrusu, olağanüstü gibi
gözüken olayların) kaynağı ise vahiydir.
Yetkin ve
ehil tarih araştırmacıları tarafından da bilindiği üzere çeşitli milletler,
yüzyıllar önce topluluklar halinde İslâm'a girerken zihinlerine ve vicdanlarına
vaktiyle kazınmış kalıcı birçok inancı da birlikte bu yeni dinin alanına
taşımış ve onunla sentezlemişlerdir. Şirk ve cahiliye dönemine ait çeşitli
inanışlar arasında İslâm'a bulaştırılabilecek cinsten olaylar için daima
İslâm'ın özündeki benzer inanışlar araç olarak kullanılmıştır. Onun için bu tür
uyarlama spekülasyonlarının farkına varmak vaktiyle mümkün olamamıştır.
Özellikle bu inanışların pratik dışı ve sırf vicdanî meseleler olması, sorunun
yüzyıllar boyunca örtülü biçimde devam etmesine ve çözümsüz kalmasına
yaramıştır. Dolayısıyla bu sorunları günümüzde saptamak, hele onları deşifre
etmek ve arı İslâm'a çağrı kapsamında bu kemikleşmiş yanlışları düzeltmeye
kalkışmak, büyük bir cesaret ve kudret meselesidir.
İşte kerâmet
inanışı, bu uyarlama örneklerinin en başında gelmekte ve İslâm'ın tevhid
inancına karşı en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Vurgulamak gerekir ki «kerâmetçilik»
olarak da adlandırılabilecek tasavvufî mitoloji mekanizması, taşıdığı sinsi character
bakımından İslâm'ın tavhid inancını birinci derecede tehdit etmektedir.
Kerâmet gibi
masum ve yanıltıcı bir kelime seçilerek, üstelik vicdanları yönlendirecek
spekületif bir yapılandırma ile bunun kurumlaştırılarak yüzlerce mitolojik
olayın İslâm'a mal edilmesinde – belli amaçlara sahip kişi ve çevreler için-
kolaylaştırıcı üç önemli kapı bulunmaktadır.
Bunlardan
birincisi: gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse Sünnette, olağanüstü hadiselere yer
verilmiş olmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'deki örnekler özetle şunlardır.
1) Hz.
Meryem'in yanında, yazın kış meyvelerinin, kışın ise yaz meyvelerinin görülmesi
(Âl-i İmrân/37)
2) Hz.
Süleyman'ın veziri, Asâf b. Barkiya tarafından Saba Kraliçesi'nin, tahtı ile
birlikte birkaç saniye içinde Yemen'den Kudüs'e taşınması (En-Neml/38-40)
3) Ashab-ı
Kehf'in çok uzun bir süre (rivayete göre 309 yıl) uyuduktan sonra uyanmaları
olayı (El-kehf/11, 12)
gibi...
Sünnete göre
de örneğin; heyelân sonucu mağarada mahsur kalan üç kişinin Allah'a yakarışları
neticesinde nasıl kurtuldukları anlatılmaktadır. (Buhari/2063)
Tabiatıyla
bunlardan çok daha önemlisi, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın, Kur'an-ı Kerim'de
sahneleri canlandırılarak çarpıcı tablolar halinde anlatılan mucizeleri,
Kerâmet mitolojisinin mimarlarına yüzyıllar önce önemli birer ilham kaynağı
olmuştur.
Menkabe ve
mitoloji kurgucularına, işlerini kolaylaştırıcı ikinci ilham kaynağı; ilk
mü'min ve muslim kuşağa ait, hayranlık uyandıran kahramanlıklar, fetihler,
açılımlar ve başarılardır. Örneğin, Bedir, Hayber, Huneyn, Yermuk ve Kadisiye
zaferleri sırasında sergilenen kahramanlık olayları, çarpıcı güç gösterileri ve
muhteşem kazanımlar, «cenk» ve «destan» adı altında, daima
olağanüstü ve insanüstü gibi algılanacak bir dille aktarılmıştır. Bu olaylardan
yola çıkılarak, Osmanlı ordusu için bir heyecan ve hamaset kaynağı teşkil
etmesi için, daha sonraları, özellikle –çöküş yüzyılları boyunca çok ince
hilelere başvurmak suretiyle- binlerce kerâmet üretilmiş ve tasavvufî
mitoloji birikimi böylece zenginleştirilmiştir.
Menkabe ve
tasavvufî mitoloji kurgucularını harekete geçiren, onları bir çeşit tetikleyen,
kışkırtan, hatta onları bu işe zorlayan çok önemli bir neden daha vardır ki
bunu; -İslâm'ın Müslümanlığa dönüştürülmesi çabalarının psikolojik baskısı-
diye adlandırabiliriz. Fakat önce bu baskının ne olduğunu çok iyi anlamamız
gerekir.
Türkiye
toplumunun günümüzde yaşadığı din ve düşünce anarşisi eğer –tarihteki kaynaklarına inilerek-
bir bilim ve araştırma gözü ile incelenecek olursa bu baskının ne olduğunu ve
nereden kaynaklandığnı en azından sezmemiz kolaylaşır. Günümüz Türkiye'sinde
yaşanan din ve düşünce anarşisinin, çok yönlü ve henüz deşifre olmamış bir
tarihsel arka planı vardır. Bu karanlık kısmın üzerindeki kalın perde eğer bir
gün kaldırılabilirse, son bin yıllık tarihin akışı içinde İslâm coğrafyasında
yaşanan ahlâk çöküntüsünün, bilim ve sanatta birbirini izleyen gerilemelerin,
soykırımların, siyasi cinayetlerin, yıkım ve acıların sonuçlandırdığı kaygı
verici sapmaları, tedavisi artık mümkün olmayan yaraları ve bunlara bağlı
olarak bugün yaşadığımız büyük sorunları işte ancak o zaman net bir şekilde ve
ibret içinde seyretmemiz mümkün hale gelebilir.
Bu sorunun
üzerinde durmaya, resmi ve sivil örgütler henüz izin vermemektedirler. Tam
tersine bu sorunu gizleyebilecek her türlü çabaya destek verilmektedir.
Kur'andaki gerçek İslâm'ın berrak ve net bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak
bilinçlendirici açıklamaları engelleyen yasalar bile konmuştur. Suçun adı
bellidir; «Türk tarihinini aşağılamak, milli duyguları zayıflatmak vs.».
Türkiye'de İslâm ve mü'min azınlık üzerindeki baskı mekanizmasının bir başka
işlevi de tasavvufî mitoloji faaliyetlerine meydanı geniş tutmaktır. Özellikle
1960'lardan sonra Türkiye'de tarikat ve laik çevrelerin uzlaşmaları ve gizli
iletişimleri bu meydanın ne kadar geniş tutulduğuna işaret etmektedir.
Türkiye'de
özellikle Selçuklular ve Beylikler dönemine ait tarihi belgelerin halâ çok sıkı
biçimde gizli tutuluyor olması, -örneğin; Alparslan'ın başveziri Nizamülmülk
tarafından yazılan Siyasetname adlı kitabın ancak belli bölümlerinin
tercümesine izin verilmesi gibi-; keza Osmanlı tarihinin, ısrarla ve
sürekli biçimde çarpıtılarak ideolojik ve milliyetçi bir dille okullarda
dayatılıyor olması, bu iki imparatorluk döneminde İslâmi değerlerin ne derece
tahribata uğradığını elbette ki gizleme amacını taşımaktadır.
Bu tutum;
gerek devlet, gerekse toplum üzerinde -İslâma karşı- psikolojik bir
baskının bulunduğunu, çağın hızlı iletişim imkâları sayesinde birşeylerin
ortaya çıkacağından kaygı duyulduğunu haber vermektedir. Çok açık ifade
etmek gerekirse Türkiye, devleti ve toplumuyla İslâm'dan inanılmaz derecede
korkmaktadır!
Bu kaygı,
bin yıldır özenle kurgulanmış; ritüelleriyle, tarikatlarıyla, tekkeleriyle,
ayinleriyle, mevlitleriyle, kandilleriyle, evliya ve türbeleriyle, kerâmet
mitolojileriyle dantel gibi işlenmiş olan «Türk Müslümanlığı» adındaki
dinin, birgün deşifre olması ve İslâm'dan bağımsız bir din olduğunun ortaya
çıkması korkusudur. Çünkü bu dinin üzerindeki kalın perde eğer birgün
aralanacak olursa Kur'an'daki gerçek İslâm, berrak bir şekilde ortaya
çıkacaktır. Fakat bu konuda aşılmaz engeller mevcuttur. Nitekim Bu nedenledir
ki -İslâm dışı Arap Müslümanlığını eleştirdiği için- yıllar önce Prof.
Dr. Seyyit Kutup, Mısır'da idam edildi. Bu zat, Türk Nakşibendileri
tarafından anarşist olarak damgalanmıştır.
İşte bu
korkunun etkisiyle; toplumu oyalamak, beyinleri yıkamak ve dikkatlerin bu
hayatî nokta üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için tasavvufî mitoloji
mekanizması canlı tutulmaktadır. Daha dün, tekke ve zaviyelerin kapılarına
(1925/677) sayılı yasa ile kilit asan devlet, günümüzde bunun keffaretini çok
cömertçe ödeyerek başta Adıyaman/Menzil'deki tekke olmak üzere tasavvufî
mitoloji odaklarını el altından çok güçlü biçimde desteklemektedir. Çünkü bugün
başta Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere İslâm
coğrafyasında yaşayan milletlerin tümü ağır bir stres altındadırlar. Ve çünkü
bu milletler Amerika'nın ve Batı dünyasının kayıtsız şartsız işgali altında
yaşamaktadırlar. Süper güçler, Saddam Hüseyn'i Kurban bayramı sabahında
asarak bu milletlere öyle müthiş bir göz dağı vermiş, onların namus ve şerefini
öyle aşağılamıştır ki sadece bu olayın şokunu bile –özellikle Sünnî
toplumlar-, belki yüz yıl boyunca iliklerine kadar yaşayacaklardır. Bugün Filistin,
Irak, Afganistan, Lübnan, Çeçenistan, Bosna-Hersek, Kosova Sincan ve kıbrıs
sorunları, PKK sorun, Ermeni «soykırımı» sorunu, Karabağ sorunu, Sudan/Darfur
sorunu, Somali aşiretler sorunu, Keşmir sorunu, Cezayir/Amazing sorunu,
Fas/Polisaryo sorunu, İslâm coğrafyasında yaşayan toplulukların ne kadar ağır
bir psikolojik sıkıntı altında ezildiklerini göstermeye yetmektedir.
Bin yıldır
gerçek İslâm'dan hergün biraz daha uzaklaşmanın sonuçlandırdığı bu vahim tablo
karşısında moralini yitirmiş insanları rehabilite etmek için -özellikle
Türkiye'de tarihi yanlışlıklar yığınını çok daha karmaşık hale getirecek-
bir çareye baş vurulmaktadır. Bu çare Osmanlı döneminden kalan manevi «superman»
tiplerin yaratılması çabasıdır. Kerâmet öyküleri, işte bu hayâlî «superman»lere
mal edilen sanal anlatımlardan başka bir şey değildir. Bu öykülerle Kur'ân-ı
Kerim'de ve Sünnette geçen olağanüstü (görünümündeki) hadiseler arasında
hiç bir bağ ve hiç bir benzerlik yoktur. Nedenleri de birbirinden tamamen
farklıdır. Bunun dolaylı sebeplerini şöyle izah etmek mümkündür:
Bugün
Arabından Türküne, Kürdünden çerkezine, lazından gürcüsüne, Afrikalısından
Asyalısına kadar her müslümanın kullandığı uçak, otomobil, raylı sistemler,
faks, telefon ve internek gibi iletişim araçları, bilgisayarlar, matbaalar,
kameralar, tıbbi cihazlar ve teknoloji adına ne varsa, bunları icat eden
insanlar arasında müslüman kişi kendi ırkından, soydaşından veya
dindaşlardından bir tek kişiyi bile gösterememektedir. Müslüman kişi istediği
kadar; -İbni Sina, Farabî, Birunî, İbni Heysem, İbni Hayyan, El-Battanî,
Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Gıyaseddin Cemşid, İsmail Cevheri ve Hezarfen Ahmed Çelebi
gibi- ilim adamlarıyla övünüp dursun, bu şahsiyetlerin,
günümüzde kullanılabilecek hiç bir eseri yoktur. «Viyana kapıları»
edebiyatı ve «Endülüs» uygarlığından geriye, sadece tarih sayfalarında
yığın yığın yazılar ve kubbede hoş bir seda kalmıştır. Türk doktorlar, - bu
ülkede her gün aşağılanan- Yunanlılardan Hipokrat'a ait yemini
okuyarak ancak mezun olurlar. Osmanlı coğrafyasını muhteşem eserleriyle donatan
Mimar Sinan'ın Türk değil, Kayserili bir Ermeni ailenin çocuğu olduğunu
son yıllarda birileri nihayet ağzından kaçırdı ve kıyametler koptu. Fatih'in
toplarını döken mühendisin Macar kökenli olduğu da gizlenemedi. Matbaayı
Osmanlı ülkesine getiren İbrahim Müteferrika'nın Macar olduğunu zaten
bütün kaynaklar açıkça kaydediyor. Bir iki tanesi hariç, geriye kalan bütün
Osmanlı padişahlarının anne ve Eşlerinin yabancı olduğunu bir araştırmacı
belgesel olarak kanıtladı. Arap alfabesinden 1000 yıl sonra vazgeçen Türkiye, (Frederch
Wilhelm Radlof'un iddialarına rağmen), birtürlü kendine ait bir alfabe
bulamadı. 80 yıldır bu ülkede kullanılan latin alfabesine eklenen harfler,
internetin kullanılmaya başlamasından sonra, iletişimde büyük sorunlara neden
oldu.
Yüzlercesinden
sadece bu birkaç örneğin bile Müslüman Türk insanı üzerinde ne kadar derin bir
üzüntüye sebep olduğunu ise akıl sahibi hiç kimse inkâr edemez. Bu ülkede
sürekli olarak evliya ve kerâmet üretme çabalarının temelinde işte bu üzüntüyü
biraz olsun hafifletme amacı, ya da Türk insanını teselli etme veya onu oyalama
niyetleri yatmaktadır. Kerâmet olayının üzerindeki sır perdesine ilişkin
gerçeklerden bazıları işte budur.
KERÂMET
İNANCINA ÖNEM VEREN KİŞİ VE TOPLULUKLARIN EĞİTİM, İNANÇ VE ZİHNİYET DURUMLARI
Bugün,
Müslümanım, diyen milyonlarca insanın, ne büyük bir düşünce kaosunun girdabında
bocaladığını anlayabilmek için İslâm toplumunun 1500 yıl önceki ilk üç
kuşağının yaşam biçimine, anlayışına ve başarılarına bakmak yeterlidir. Bu üç
kuşaktan birincisinin döneminde Kur'ân-ı Kerim'den başka bir tek kitap bile
yoktu. Üçüncü kuşak döneminde İslâm vatanının her yeri kitap ve kütüphanelerle
donandı. Kırk yıl içinde hiç yoktan bir imparatorluk kuruldu. Pasifik
kıyılarından Hindistan ortalarına kadar iki kıtanın büyük bir kısmı üzerinde
ilim, sanat ve düşünce, daha evvel tarihin tanık olmadığı en güzel meyvelerini
vermeye başladı ve hızla yayıldı. Üçüncü kuşak arasında yaşayan, Hz.
Peygamber'in torunlarından Cafer-i Sadık'ın kudretli bir ilim adamı ve
ünlü bir kimyager olduğuna burada sadece işaret etmek bu dönemi özetlemeye
yeter. Eski çağın karanlıkları böylece yırtılmış oldu.
İşte bu
dönemde İslâm vatanı üzerinde Allah'a ortak koşan «Müslüman» da yoktu.
İslâm'ın mensupları, Müslüman değil, mu'min ve muslim olarak kimliklerini
açıklıyorlardı. Bu dönemde tasavvuf da yoktu. İnsanlar; mevlit, kandil, tekke,
türbe, tarikat, rabıta, Khatm-İ khuwajegân, hu çekme, ayin, sema, ney çalma ve
mistik raks diye hiç bir şey bilmiyorlardı. Bu döneme ait yazılı literatürde
böyle şeylere rastlamak mümkün değildir. böylece Ortaçağ, İslâm'ın aydınlattığı
ışıklı bir dönem olarak tarihe geçti.
Bu aydınlık
o kadar parlak, o kadar çarpıcı ve o kadar kıskandırıcıdır ki 1200 yıl sonra bu
gerçeği tarihin penceresinden gizli gizli seyredip dayanamayan Laikler,
Sabetaistler ve Irkçılar İslâm'ı bir terör dini olarak damgalamak ve
Müslümanlığın yoğun propagandasını yapmak suretiyle rahatlamaya
çalışmaktadırlar. İşte günümüz Türkiyesinde zihniyetin özeti budur.
Devletin, İslâm'ı
daima bir irtica tehlikesi olarak gördüğü, toplumun genelinin ise onu «Arap
dini» olarak algıladığı bir ülkede, kerâmet kavramına hangi anlamların
yüklenebileceğini tahmin etmek güç değildir. Çünkü bu zihniyetin evrensel
gerçeklere karşı daima tepkili olacağı ortadadır. Eğer ehil araştırmacı sosyologlar
özgür olsalardı Türkiye'deki hurafe sektörünün nasıl faaliyet gösterdiğini
büyük ihtimalle ortaya çıkaracaklardı. Ne yazık ki günümüzde bu mümkün değil.
Ancak mistik çevrelerin bizzat itiraflarının birer kesin belgesi olan kitap ve
ansiklopedilerinden, biraz sonra aktaracağımız örnekler -yetersiz de olsa-
bu konuda az çok bir fikir verecektir.
KERÂMET
TÜRLERİ VE KERÂMET ÖYKÜLERİNDEN ÖRNEKLER.
Türkiye
toplumunun kerâmet anlayışını, olağanüstülük inancı belirlemektedir. Peki
olağanüstülük nedir ve hakikaten olağanüstü bir olay var mıdır? Bu sorulara
yanıt aramadan önce şu gerçeğin altını çizmemiz gerekir; Kültür yoksulluğu
yüzünden bugün değil sıradan kalabalıklar, matematik ve fizik kürsülerinde ders
veren akademisyenler bile olağanlık ile olağanüstülük kavramları üzerine tek
kelime konuşmaktan çekinmektedirler. Çok tuhaftır ki; tarikat çevrelerine «hurafeci»
olarak bakan, onları aşağılayan ve her münasebette «hurafeye karşı
olduklarını» (?) -örtülü de olsa- ifade etmeye çalışan laik, ateist
ve solcu akademisyenler bile bu konu üzerinde durmaktan kaçınmaktadırlar. Oysa
olağanüstü diye bir şeyin kâinatta cereyan ettiğini görmek mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerim bunu, 1500 yıl önce yüksek sesle ilân etmiştir.
Dolayısıyla olağanüstü gibi gözüken her şeyin, -bilinsin veya bilinmesin-
mutlak surette nedeni ya da nedenleri ve bir açıklaması vardır.
Tarikatçıları
hararetle destekleyen Sünni Türk mollaları, oldukça pişkin bir dil kullanarak
mitolojik kerâmeti meşrulaştırmak için onu şöyle tanımlıyorlar;
«Kerâmet,
tasavvufa göre; Allah'ın veli kullarına, ermişlere verdiği olağanüstü güçtür»:
Bu
spekülatif ifade içinde kültür fukaralarını ürkütecek hiç bir sivrilik yoktur.
Çünkü kültür yoksulu insan, -isterse çuvallar dolusu kitap okumuş olsun-,
ne velinin Kur'ân-ı Kerim'e göre tanımını bilir; ne «ermişlik»
kavramının asla İslâm'a ait olmadığından haberi vardır, ne de olağanüstülük
hakkında herhangi bir bilgiye sahiptir... Üstelik tasavvufa, İslâm'ın bir
kurumu olarak inanmak, zaten 1000 yıldır bu toplumun vicdanını işgal
etmektedir.
Ermişlik
inancı, hiç şüphesiz 1000 yıl önce Müslümanlaşan Budist Türklerin miras
bıraktığı bir inanıştır. Bu inanış, Hz. Peygamber'in değil, tabiri caizse Budha'nın
sünnetidir. İslâm'la
hiç bir ilişkisi yoktur. Türk inanışlarındaki mitolojik «veli» ya
da «evliya» tipi ile mitolojik kerâmet öykülerinin tamamı
ilhamını bu kavramdan almaktadır. Bu inanıştan yola çıkan mistik mollaların
izahlarına göre; «Kerâmet, sufiler tarafından ikiye ayrılmıştır; Kevnî
kerâmet, hakiki kerâmet». Bu ilginç taksimin İslâmî bir izlenim
uyandırabilmesi için, sözcükler; «Kerâmet-i Kevnî» ve «Kerâmet-i
hakiki» şeklinde Arapça'ya uygun hale getirilmiş, ancak dil kuralları
bakımından başarısız bir örnek verilmiştir. Çünkü kerâmet kelimesi müennestir
(dişildir), dolayısıyla; «Kerâmet-i Kevniyye» ve «Kerâmet-i
hakikiyye» olarak bu yakıştırmanın düzenlenmesi gerekirdi.
Görüldüğü
üzere kerâmeti mutlaka İslâm'ın bir yerine oturtabilmek için, canhıraş
gayretler sarfeden mollalar, bu kadar basit bir kerâmeti bile
gösterememişlerdir (!)
Kerâmet
inanışını bir gerçek olarak ciddiye almayan, aksine kerâmet öykülerini magazin
olarak algılayan bir Türk araştırmacısı, bu öyküleri Türk folkloru kapsamında
ele almış ve şu örnekleri vermiştir:
1) Kişi
veya topluluğu tehlikeli bir durumdan kurtarma,
2)
Masumları Kurtarma,
3)
Hayvanlarla konuşma,
4) Cansız
varlıkları buyruğuna alabilme,
5) Başka
bir varlığa dönüşme,
6)
Maddeleri dönüştürebilme,
7)
Uzaktaki olayları görebilme,
8) Öte
dünyadan görüntü verebilme,
9)
Ölülerle haberleşme,
10)
Peygamberlerle buluşma,
11)
Ölümden sonra vücudunu koruyabilme,
12) Kendi
Ecelini önceden bilme...
Filozof
ruhlu bazı yazarlara göre ise kerâmet bir zihinsel yetenektir. Bu yeteneğin
merkezi ise beyindir ve herkeste bulunmaktadır. Ancak belli meditativ
egzersizlerin uzun süre tekrarıyla beyinin bazı merkezlerinde açılımlar meydana
gelir. Bunun sonucu olarak kişi, eşya ve olayları farklı algılama aşamasına
geçer. Dğrusu, insan beyninin büyük sırlar taşıdığını, ancak bunlardan henüz
çok azının keşfedilebildiğini söyleyebiliriz Beyinsel yeteneğini kullanabilecek
bilgi birikimine ve köklü deneyimlere sahip kimselerin, insanı hayretler içinde
bırakacak gösterilerde bulunabileceğine büyük ihtimal vermek gerekir. Ancak bu
konunun mitolojik kerâmetle hiç bir ilişkisi yoktur. Beyin gücü ile
gerçekleştirilen ve olağanüstü gibi gözüken esrarengiz olayların sihir ve
illüzyonla da herhangi bir alakası yoktur.
Bu müthiş
olayların kaynağı esasen insan beynidir. Ancak kesinlikle ifade etmek gerekir
ki; bugün insanoğlunun bilim ve teknolojide kaydettiği başdöndürücü açılımlara
rağmen onun kendi beyninin faaliyetleri hakkındaki bilgisi henüz oldukça
sınırlı ve hatta ilkeldir. Dünyanın
hemen her yerinde, her dinden ve her meşrepten insanları vahiyden ve ilimden
uzaklaştıran, onları üfürükçülere, sihirbazlara, büyücülere, falcılara,
kâhinlere, rahiplere ve tarikat şeyhlerine yönlendiren sebep işte bu konudaki
bilgisizlikten ve ilkellikten kaynaklanmaktadır.
Zihin
biliminin (yani Danetik ilminin), halâ esrarını koruyor olması, insanlık
için büyük bir talihsizliktir. Çünkü durum böyle sürdükçe, kerâmetçilik,
evliyacılık, kehanet, duygu sömürüsü, ve mistik komisyonculuk faaliyetleri en
uygar ve en kalkınmış ülkelerde bile bütün hızıyla devam edecektir. Mafyalaşmış
tarikat örgütleri bu yüzden büyük çıkar sağlayacaklardır.
uzmanlar,
zihin biliminin, saygın bilimler arasında hak ettiği yeri alabilmesi için onun,
deneysel kesinlik bakımından fizik ve kimya ile aynı düzeyde olması gerektiğini
savunmaktadırlar. Eğer bu konudaki istek ve temenniler birgün gerçekleşecek
olursa –ki olması ihtimali çok büyüktür- işte o gün mitolojik
kerâmetçilik sektörü iflas edecektir.
Bilgisizliğin,
bir faciaya dönüştüğü Türkiye'de kerâmetçilik, mistik faaliyetlerin bir
propaganda aracı olarak oldukça yaygındır. Bu aracı çarpıcı hale getiren
kerâmet üretme ekipleri bile vardır. Bunlar ilişki kurdukları kimselerin
evlerine giderek «dinî sohbet» adı altında düzenledikleri ayin ve toplantılarla
mürit çoğaltmaya çalışırlar. Adına propaganda yaptıkları şeyhin genelde «Gavs»,
(yani dünyadaki bütün evliyaların başbuğu) olduğunu ileri sürerler. Ona
mal ettikleri kerâmet öyküleri çok ilginçtir. En yaygın olan kerâmet ise: «Yolda
benzini biten otomobilin, şeyh efendi tarafından kutsanan bir bidon su ile
yeniden çalıştırıldığı»na ilişkin meşhur hikâyedir!
Bu
kerâmetlerden yine yaygın olan uygulamalı bir örneği de şöyle yaşanır; (ancak
bu kerâmet istisnasız köylerde ve pek gelişmemiş kasabalarda tertiplenir.
Nedeni ise hikâdeden anlaşılacaktır).
Köydeki
tekkeye mürit adayı olarak ikna edilip götürülmüş misafir kişi, (ortama
alıştırma ve ısındırma amacıyla) birkaç mürit eşliğinde ve sıcak bir ev
sahipliği havası içinde, köyün dış alanlarında gezdirilirken bir bahçe
duvarının dibinde sohbet için oturulur. O sırada «Şeyh Efendi Hazretleri»'nin
bir elçisi telâş içinde gelip, onlara, «Efendi Hazretlerinin, huzuruna
acilen çağrıldıklarını» söyler. Hep birlikte hemen kalkıp giderler. Bir
saat kadar zaman geçtikten sonra onların, dibinde oturdukları duvarın yıkıldığı
haberi tekkeye ulaşır. Bir mürit kalabalığı, misafiri de alarak olay yerine
giderler. Başta figüranlar olmak üzere herkes şaşkınlık içindedir. Ekip rolünü
başarıyla yerine getirmiş, senaryo sona ermiştir. Mürit adayları, hemen «inabe
guslü»nü alırlar ve büyük bir aşkla tarikat kervanına katılırlar. O
günden sonra artık (şayet Allah'ın hidayetine birgün ermek onlara nasip
olursa) akıllarını başlarına devşirinceye kadar katıldıkları kervanın
içinde mürit olarak kalırlar.
Kerâmetlerin
tümü bu çeşit şarlatanlık örneklerinden elbette ki ibaret değildir. entelektüel
düzeyleri yüksek şeyhler, alternatif tıp tekniklerinden ve psikanalizden
yararlanarak bilgileri sınırlı insanlara olağanüstü gibi gelen gösteriler
sergilemek suretiyle de propagandalarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Vaktiyle
ünlenmiş ve tasavvuf literatürüne geçmiş «evliyalar» için üretilen
kerâmetlerin hemen tamamı ise ilginç efsanelerden oluşmaktadır. Bu efsanelerin
anlatımında ise bilgi, iman, adalet, insaf ve mantıktan nasibi olan her insanı
ürkütecek karanlık bir üslup, akıl nimetini ayaklar altına alan yanıltıcı
tabirler ve gerçekleri ters yüz etmede sınır tanımayan bir dil kullanılmıştır.
Bu
efsanelerden, (M. 1403-1490) yılları arasında yaşadığı ileri sürülen Ubeydullah-ı
Ahrâr adındaki Nakşibendi şeyhi hakkında kurgulanan yaşam hikâyesidir. Son
yıllarda, Türkiye'de çok geniş bir çevreyi etkisi altına alan şoven bir
Nakşibendi grubuna ait bir «ansiklopedi»den alıntılanan bu ilginç hikâye
yorumsuz olarak aynen şöyledir.
«Evliyanın
büyüklerinden. İnsanların İ'tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip
yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik
eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" denilen İslâm âlimlerinin
onsekizincisidir».
Kültürsüz
dindar okuyucuyu veya dinleyiciyi daha baştan bir çeşit hipnoza maruz bırakmak
için hikâyenin başına yerleştirilen bu spekülatif paragraf dikkat çekicidir.
Kullanılan dil, -alıntının bundan sonraki bölümlerinde efsanenin gerçekmiş
gibi algılanabilmesi için- tertiplenmiş tam bir falsifikasyon
örneğidir.
Alıntının
bundan sonraki hemen her satırında, imanın ve aklın şerefini incitecek bir
cüret sergilenmiştir. Biyografisi diye sözü edilen şahsın adı bile «Ubeydüllah»
şeklinde yanlış yazılmıştır. Zor sayılabilecek İmlâ ve noktalama yanlışlarına
dokunulmadan aktarılan satırlar aynen şöyle devam etmektedir:
«Ubeydüllah-i
Ahrâr hazretleri doğduğunda kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifâstan
temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Daha çocuk iken yüzünde öyle bir nûr
parlardı ki görenler hayran kalıp ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın
ismi hiç düşmez, devamlı zikir ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn âlim
ve evliyâ bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp
vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydüllah-i Ahrâr'ı da
görmek isteyip babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman
çok küçüktü. O yanına getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde
oturarak Ubeydüllah-i Ahrâr'ı kucağına
aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çucuk budur. Ben,
bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve
yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutucak, İslâmiyete hizmet
edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itaat edecekler. Bundan zuhûr edecek
işler önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir" daha birçok müjdeler verdikten
sonra tekrar bağrına basıp sarılarak Ubeydüllah-i Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye;
"Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et"
diyerek vasiyet etti. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün
hallere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu.»
Aynı
ansiklopedide, bu kişiye mal edilen ilginç bir kerâmet öyküsü da şöyle
aktarılmaktadır:
«Mevlânâ-zâde
Nizâmeddîn anlatır: Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde
Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi
namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı.
Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel
varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer yoktu. Her taraf
bozkır. Kendi kendime düşünmeye başladım: "Menzil ırak, vakit akşam, yol
korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok ; hâlimiz ne olacak?"
Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiç bir telâş eseri
göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndürdüler ve,
"Yoksa korkuyor musun? " diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı
sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız."
buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol
aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka yakın bir
noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş
gibi, birden bire zifirî karanlıklar içinde kaldık.»
1563-1624
yılları arasında yaşamış bir Hihtli Nakşibendî rûhânîsi olan ve tarikatçılar
tarafından «İmam-ı Rabbânî» olarak ünlendirilen şahıs hakkındaki kerâmet
öykülerinde de iman, akıl ve ahlâk sınırları hiçe sayılmıştır. Bu kişi için
tertiplenen, ancak insanın hayâl ve havsalasını zorlayan kerâmet öyküleri,
İslâm'ın İman kurumuna karşı büyük bir tehlike unsuru olarak ortadadır. Gerçek
adı Ahmed Farûkî olan bu şahıs için sözü edilen «biyografi»de: «Kerâmetlerinin
altıbinden fazla olduğu söylenmiştir»
şeklinde şaşkınlık uyandıran bir ifade yer almaktadır. Hakkında yazılanlardan
bazı bölümler şöyledir:
«Birgün
İmam-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki
kusurları görme halinde iken; "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı veya
vâsıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana
muhabbet edenleri mağfiret eyledim" nidasını duydu. Ve "bunu herkese
söyle" diye kendilerine emrettiler.»
Çelişkilerle
dolu bu satırlarda en çok dikkati çeken husus; "Seni ve kıyâmete
kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda
gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim" sözleriyle
Allah'ın bu kişi ile konuştuğuna ilişkin iddiadır. Aşırı abartı hırsıyla bu
düşük cümlede ve bu titrek sözlerle tekrar edilen «seni», «tevessül»
ve «vesile» sözcükleri ise, kalemlerini böyle kullanarak mistik
örgütleri yönlendiren tarikat propagandistlerinin ne derece ruhsal bozuklulklar
içinde yüzdüklerini çok açık biçimde sergilemektedir.
Allah'ın, bu
şahısla konuştuğu hakkında üretilmiş kerâmetler zinciri şöyle sürmektedir;
«"Cenaze
namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur" müjdesi ilham olundu»;
«Mağfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda
bulunanlardan azabın kaldırıldığı ilham edilirdi»; « İmam-ı Rabbânî
hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: "senin söylediğin ve
yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir"». «Birgün son derece güzel bir hâl
zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın
üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim,
evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir (s.a.v).
buyurdu ki: Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet
yazmadım. Gördüm ki o icâzetnâmenin metninde bu dünyaya ait büyük lütuflar
yazılı idi. Arkasında da öbür dünyaya ait, çok inâyetler yazmışlardı. İmam-ı
Rabbânî hazretleri bu hususu, "Mektûbât" ının üçüncü cild, 106'ıncı
mektubunda uzun bildirmektedir. Rasulullâh (s.a.v), İmam-ı Rabbânî hazretlerine
yârın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdisini
verdi».
«İmam-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve
vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana
gösterdiler. İsimlerini, soylarını doğum zamanlarını ve memleketlerini bize
bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.»
Bu örnekleri
ibretle okuduktan sonra kerâmet üreticilerindeki paranoyanın hangi raddelere
varabildiğini anlayabilmek için merak edenin özellikle şu hikâyeyi daha
dikkatli izlemesi ders ve ibret bakımından yararlı olur.
«İmam-ı Rabbânî hazretleri, 1615
senesinde elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine, "Benim
ömrüm ve hayatım hakkındaki kazayi mübremin altmıştç sene olduğunu ilhâm ile
bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize
tabi olmanın çokluğu yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu
hususta Hz. Ebûbekr'e, Hz. Ömer'e ve Hz. Ali'ye de uymuş oluyordu.»
SONUÇ
Aslında Türk
toplumunun gerçekleri bakımından bu öyküleri önemsemek ve dikkate almak
gerekir. Tabiatıyla bu husus dirayetli ve ehil sosyologların işidir. Bu toplumda
milyonlarca sempatizanı olan holdingleşmiş mistik örgütler tarafından, dinî
yayın adı altında ciltler dolusu kitaplara tıkıştırılan bu ilginç hikâyelerin
okunuyor ve bunlara inanılıyor olması, bu ülkede toplumun büyük kısmının, -tedavisi
zor- marazî sıkıntılar içinde çırpındığını açıkça göstermektedir. Bu
efsanelere yaygın biçimde inanılıyor olması, toplumda derin bir ıstırabı da
haber vermektedir. Bu ıstırabın arkasındaki gerçekler, kapsamlı ilmî
araştırmalara konu olabilecek öneme sahiptir. Şu varki, ilim adamları, henüz
gerekli özgür ortamı bulamadıkları için buna cesaret edememektedirler!
Çok kısa da
olsa bu ıstırabın temel nedenlerine dokunmakta -bu bakımdan- yarar
vardır.
Bu ıstırabın
geçmişi 1000 yıl öncesine dayanır. Türklerin İslâm'a girmesiyle yakından
ilişkili olan bu sorunu kısa yoldan anlayabilmek için ünlü araştırmacı ilim
adamı Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün «Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar» adlı kitabını çok iyi incelemek gerekir. Her kelimesi birçok
hakikati ortaya çıkaran ve ibretlerle dolu olan bu eserin 21'inci sayfasında
yazar aynen şunları kaydetmektedir: «Türkler İslâmiyet’in birçok
unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldılar.
İslâm medeniyeti Türklere, İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile
Mâverâünnehr’den geçerek geliyordu».
Peki yazarın
«Acemler» dediği İranlıların inanışları acaba nasıl oluşmuştu ve onlara
göre İslâm ne demekti? Prof. Köprülü, bunu da eserinin 15'inci
sayfasında şöyle açıklamaktadır: «İrânîlik, Hz. Hüseyin Evlâdını Sâsânîlerin
vâris ve tâkipçisi sayarak, "Ehl-i Beyt'in hukûkunu müdâfaa" perdesi
altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir
medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini –Zerdüş akîdelerini İslâm kisvesi
altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi».
Prof.
Köprülü Türktür, kudretli bir ilim adamıdır ve
Türkiye'deki ilim çevrelerinde Onun Türklere iftira etmediği ve etmeyeceği
kanaati egemendir. Bu kanaatten yola çıkarak ondan nakledilen satırlara bir kez
daha dönecek olursak; bu zat tarafından aynı eserin 15'inci ve 21'inci
sayfalarına yazılan bu iki paragraf arasındaki ilişkinin çok dikkat çekici
olduğunu görürüz. Köprülü'ye göre eğer Türkler; «İslâmiyet’in
birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldı»
iseler; Acemler de eğer; «Hz. Hüseyin Evlâdını Sâsânîlerin vâris
ve tâkipçisi sayarak, "Ehl-i Beyt'in hukûkunu müdâfaa" perdesi
altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir
medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini –Zerdüş akîdelerini İslâm kisvesi
altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi» İseler, burada artık hiç bir
yoruma gerek kalmamaktadır.
İlimle,
kanıtla ve belge ile hareket ettiğiniz zaman taşlar işte böyle kendiliğinden
yanyana gelebilmekte ve gerçekler net bir şekilde ortaya çıkabilmektedir.
Demek ki
Türkler, her ne kadar kendilerini «Sünnîlik» adı altında dinsel bir
gruba dahil ediyor iseler de bu toplumun sünniliğinin temelinde şiilikten kalma
birçok inanışın etkileri mevcuttur. Bunlardan biri de «teomorfist» inanışlardır.
Nitekim Türkiye'de iman ve vicdan konularında, ciddi alan araştırmaları
yapılacak olursa (ki buna asla izin verilmemektedir!), halkın «çok
tanrılı müslüman» bir toplum olduğu ortaya çıkacaktır. Bunda, İran
Şiiliğinin ve Şiilikten mayalanan Horasan Sufîliğinin büyük etkisi vardır.
Şiilikte nasıl ki Ehl-i Beyt'ten 12 imam, birer tanrı olarak kabul edilmekte
ise, Türk müslümanlığında da evliyalara birer tanrı olarak inanılmaktadır.
Tabiatıyla Türklerin bu inanışı, ta bin yıl önce şekillenmeye başlamıştır.
Ancak bunun çok daha öncelere ait tarihsel ve dinsel ananelere bağlı çeşitli
nedenleri vardır.
Türkler,
kendilerini İslâm'ın çağrıları karşısında buldukları daha ilk günlerde ciddi
bir tercih yapmışlardır. Bu tercih ile, -Kur'an'daki İslâm yerine, onu da
çağrıştıran-, «Müslümanlık» adı altında hemen hemen bağımsız
denebilecek bir din kurmaya başlamışlardır. Bunun nedeni Arap milletinin
potasında erimeme kaygısıdır. Bu kaygı tarih boyunca günümüze kadar devam
etmiştir. Ancak son 80 yıldır. Milliyetçiliğin bu coğrafyada gittikçe
sertleşmesiyle birlikte «Türk Müslümanlığı» da İslâm'a karşı
sertleşmiştir. «Türk Müslümanlığı»'nın İslâm'a karşı direnişinin
temelinde şu gerçekleri saptamak hiç de zor değildir.
«Beşbin
yıldır devlet kurma geleneğine sahip bir millet olan Türklerin, Araplara ait
bir dine kayıtsız şartsız girmesi mümkün değildir. Bu, onun ruhundaki
bağımsızlık anlayışının kaçınılmaz gereğidir. Her Türk önce Türktür, ondan
sonra isterse, herhangi bir dinin mensubudur».
Günümüzde
her Türk insanı, bu gerçeği yüksek sesle dillendirmeyebilir. Ancak her
milliyetçi Türkün, İslâm karşısındaki tutumunu belirleyen anlayış kesinlikle
budur.
Şunu da çok
kati olarak ifade etmek gerekir ki; küçük bir azınlık da olsa, bugün Türkiye'de
mü'min bir topluluk yaşamaktadır. Bunlar, elbette ki Allah'ın birliği ve
Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü inancına samimiyetle bağlıdırlar.
Müslüman
Türkün, İslâmdan kaynaklanan ıstırabının temelindeki nedenlerden biri de kendi
dilinden kaynaklanmaktadır. Türkçe'yi bir bilim dili haline getirememiş olmak,
Türkleri elli yıl öncesine kadar Arapça'nın derin etkisi altında bırakmış, 1000
yıl kadar bu milleti Arap alfabesini kullanmaya mecbur etmiştir. Milliyetçi
akımın hızlandığı son 80 yıl boyunca bu toplum İslâm ve Arapça'dan kurtulmanın
çarelerini büyük bir telaş içinde aramaya koyulmuştur. Ancak tek çare şimdilik,
Ölmüş Türk büyüklerinden tanrılar yaratmak suretiyle bir teselli ve geçiş
dönemi hazırlamaktır. Son yıllarda kerâmetçiliğe, hikâyeciliğe ve destancılığa
verilen önemin nedeni işte budur.
El-Ahzab/62; El-Feth/23;
Fatır/43
سُنَّةَ اللهِ فِي
الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلُ وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللهِ تَبْدِيلاً.
(الأحزاب/62؛ الفتح/23).
Allah'ın
önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir
değişiklik bulamazsın.
فَلَن تَجِدَ
لِسُنَّةِ اللهِ تَبْدِيلاً وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللهِ تَحْوِيلاً. (فاطر/43).
Onlar öncekilerin kanunundan
(onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın kanununda asla bir
değişme bulamazsın, Allah'ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.
وَيَسْأَلُونَكَ عَن
ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُواْ عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا * إِنَّا مَكَّنَّا
لَهُ فِي الأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَباً * فَأَتْبَعَ سَبَباً.
(الكهف/83-85).
(Resûlüm!) Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: Size
ondan bir hatıra okuyacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret
sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol)
verdik. Derken o bir sebebi izledi.
İslâm Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/13, Sayfa/108
İslâm Alimleri
Ansiklopedisi, Cilt/13, Sayfa/118
İslâm Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/15, Sayfa/326
İslâm Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/15, Sayfa/336
İslâm Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/15, Sayfa/336-337
İslâm Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/15, Sayfa/337
Alimleri Ansiklopedisi,
Cilt/15, Sayfa/364